12.7.10

Silahları bırakmak gibi seviyorum seni sincabım

D., tam karşısına, bir masanın üzerindeki eski ve hacimli bir kitap üzerine oturttuğu kendisiyle sohbet ediyordu. Karşısındaki, kimi zaman sabırsız ve dinlemekten bıkmış görünüyor; öyleyken ona henüz söylemediği şeyleri de söylemesini tembihliyordu. Genelde konuşmayla ilgisizdi, kitabın nerede kalındığı bilinsin diye bir ayraçla işaretlendiği bölüme, topuklarıyla bir ritme uyarmış gibi arsızca değiyor, arada sırada sayfaları baş parmağıyla güçlükle de olsa kıpırdatabiliyor ve sanki kitaptan bir pasaj okurmuş gibi yüksek sesle bir şeyler geveleyip tekrar eski haline geri dönüyordu. Bunu varlığını sürdürdüğünü belli etmek için yapar gibiydi.

Kalkıp kitabın kalınca cildinde dolaşmaya başladı. Bir alınganlık gösterir gibi dudaklarını bükmüş, arada göz ucuyla beridekine bakıyordu. Sonra üstüne bastığı her harfi okudu yüksek perdeden. Kaaa, AAAA, Neeee. Harfleri böyle ayrı ayrı okuduktan sonra birleştirmesi için bir yere havale etmiş de cevap bekliyor gibi durdu bir süre. Sonra haa evet, KAN dedi, hani o sıcak ve ıslak, dumanı tüten kırmızılık.

Bu küçük adamın ilgisizliği arttıkça huzursuzlanıyordu D. Ona anlatmak istediği ne varsa anlatmıştı aslında, söylemediği şeyler neydi ki, hem madem söylenmedik bir şeylerin var olduğunu biliyordu neden kendisi söylemiyordu. Belki bir müzisyenden sevdiği bir şarkıyı dinlemek ister gibidir dedi bu tavır. Hani şarkıyı herkes bilir; ama kimse o gibi çalamaz, söyleyemez. Ondan daha iyi söyleyeni mi çıktı; elbet bu kez de vefa bir yere kadar o dudakların ötesine bırakmazdı o gözleri. 

Kitabın üzerindeki gözlüğün arkasına geçen küçük adam, biraz daha büyüme hevesindeymiş gibi yanaklarını şişiriyor, göğsünü ve ciğerlerini havayla dolduruyordu. Sanki D.'ye meydan okur gibiydi. Eline çalışma masasının üzerinde duran dolma kalemlerden birini almış ve bir kılıç gibi göğe doğrultmuştu. Sen, dedi, oradaki yaklaş ve bir kelime dahi etme, zaten söyleyeceklerinin bitmiş olduğuna eminim. D. ürkmüş değildi ama şaşırmadığını da söyleyemezdiniz. Yüzünü kitaba iyice yaklaştırdı. Adam kalemi bir anda yanağına batırdı D.nin ve acıyla geriye sıçrayan D. kendini odanın ortasındaki sobanın yanına kadar gitmiş buldu. Bu saldırıyı hiç tahmin etmemişti. Hemen sobanın üzerindeki demirlerden birini kapıp adamın üzerine yürüdü. Ama onu hemen oracıkta bulamadı. Elindeki demiri sıkı sıkı kavrayarak, titizlikle aramaya koyuldu adamı. Vazoların içinden çekmecelere, mürekkep kutularından abajurun içine kadar. Fakat sonra D. adamın hiç de bulunmayacak bir yerde olmadığını fark etti. Küçük adam kitabın içindeydi. Tam da ayraçın olduğu sayfanın içine gizlenmişti. Bunu bu sayfadaki haddinden fazla şişkinlikten anlıyordu.

D. adamı ürkütmemek için yavaşça aldı kitabı eline ve göz hizasına doğru kaldırıp adamı görmek için tek gözünü de kapayarak incelemeye koyuldu. Küçük adam içeride bir küçük ışık yakmış kitabı okumaya koyulmuştu. Bunu yaparken de zorlandığı çok açıktı. D. ona yardım etmeyi aklından geçirdiyse de yüzünün acısını henüz unutmamıştı, elini yüzüne attığında akan kanı fark etmiş şimdi daha bir hırsla avuçlarının arasındaki kitabı izlemeye koyulmuştu. Kitabın kalın ciltlerini iki avucunun ortasına alarak D. büyük bir hızla kitabı açıp yine büyük bir hızla kapadı ve hemen elinden yere fırlattı. Sobanın sesi büyük bir gürültüye dönüşmüştü. D. sobaya sırtını vermiş yerde hareketsiz duran kitaba bakıyordu. Cesaretini toparlayıp kitaba yaklaştı, kitabın her hangi bir yerinde kan ya da bir başka sıvı görünmedi gözüne. Alıp kitabın şişkin duran sayfasını açtı. Sayfa 155 yazıyordu altta. Sonraki sayfalar ise bomboş ve numaralandırılmamıştı. Bu işte kitabın son sayfasıydı ve sayfanın ortasında o küçük adamın yerine yalnızca bir ayraç vardı.

Kitap şu sözlerle bitiyordu;

155 gündür buradayım ve sana kendimi anlatmak için bir yol arıyordum. Sanırım en iyi yol buydu. Sana acı verdim affet, ben silahımı bırakıyor ve evime dönüyorum.

D. kitabı gümbür gümbür yanan sobaya atıp, evine doğru yola koyuldu.

***DW***

Hiç yorum yok: