31.7.10

Beklemek

Tren garının yirmi metre ilerisinde bir kahvehanede zamanın geçmesini bekliyordum. Sadece bir saat sonra onu getiren tren gara yanaşacaktı. Tam altı aydır onu görmüyordum. Ne gittiği yeri, ne de ne halde olduğunu biliyordum. Tam tamına üç saat evvel gelip, onu beklemeye başladım. İçtiğim altıncı bardak çay ve beşinci sigara ile ona gitgide yaklaşıyordum. Her nefes duman, bir durak geçişi gibiydi ve her yudum çay, bir kilometre yol gibi beni ona götürmekteydi. Kafamı cama doğru çevirdim. Hava biraz önceki kapalı halinden kurtulacak gibiydi. İleride ağaçların yeşilliğine vurmuş güneş, saniye saniye sarartıyordu gökyüzünü. Yeni atılmış asfalt ise hala ıslaktı. Kuşlar yağmur ertesi ziyafetleri için yere konmuşlar ve arabaların geçişine dahi aldırmadan birbirlerinden daha önce yerdeki kıt ganimeti kapışma derdindeydiler. Biraz sonra bakışlarım, içinden geçip dışarıya yöneldiği pencerenin camına yoğunlaştı. Bu kadar temiz bir kahvehane camına hiç rastlamamıştım doğrusu. Öyle ki üzerinde dolaşan sinek, gökyüzüne konmuş dev bir canavar gibi görünüyordu. Masadaki gazeteyi sineğin tam üzerine yapıştırıp her şeyi biraz kirletebilirim diye düşündüm, kendi kendime güldüm.

O sırada gara bir tren yanaşıyordu, beklediğim kişinin nereden geleceğini bilmediğim için; henüz gelmesine vakit olsa da, tüm trenleri karşılamak için ayağa kalkıp pencereye yöneliyordum. Öyle ki ,işine aşık olan bir gar görevlisi gibiydim. Tren, iki dakika sonra hareket etti, inen bir kaç üniformalı beni heyecanlandırdıysa da onu aralarında göremedim. En son, kucağında küçük bir kız çocuğuyla bir ihtiyar indi trenden. Nedense, iner inmez, bu mesafeden de olsa beni görür gibi, bana doğru ilerledi. Şimdi yavaş adımlarla kahvehaneye gelen bu adamı daha önce hiç görmemiştim. Biraz sonra kapıyı açıp içeri girdi. Kapı, arkasından gürültüyle kapanır kapanmaz kucağından kız çocuğunu yere bıraktı ve boş bir masaya ilerledi. Kahvehanenin temizliğini yapan kız, masanın üstündeki küllükleri boşaltırken benim altı izmaritim ve küllerle dolu tabağıma iğrenen bir ifadeyle baktı. Bense, hemen bir sigara daha yaktım ve içeri giren bu adama neden bu kadar hayret ettiğimi anlamaya çalıştım. Neden bu kadar tedirgindim. En azından neye benzediğini biliyordum beklediğim kişinin. Hem altı ayda bu kadar yaşlanmış olması mümkün değildi ki, içimden yine kendime güldüm. Belki bir tren değil, bir zaman makinesiydi beklediğim ve beni kendi geçmişime götürüyordu.

Bana söylenilen zamana yalnızca yarım saat kalmıştı. Şimdi küçük kız, penceredeki sineği kovalıyor, yaşlı adam ona gülümseyerek ama nedense hüzünle bakıyordu. Kızın hareketleri çok hızlıydı, bir cama bir yaşlı adama doğru seğirtiyor ve arada bir de gazozundan bir yudum alıyordu, onun  masaya hızla yanaştığı zamanlarda yaşlı adam, çay bardağını iki eliyle tutup, devrilmesini önlemeye çalışıyordu. Adamın bir an ayağa kalktığını fark ettim. Evvela temizlikçi kıza fısıldadı, sonra cebinden çıkardığı bozuk paralardan itina ile bir kaçını seçip, çay tabağının içine bıraktı. Kız, birden kendine emredilmiş gibi adama koşup eline sarıldı. Adam dışarı çıkmadan evvel bana doğru bir kaç adım yaklaşıp iyi günler efendim dedi, sanırım birini bekilyorsunuz. Bunu bilmesine çok şaşırmadım ama; benimle iletişime geçmesi afallatmıştı. Evet,  dedim birini bekliyorum. Emin misin geleceğine dedi. Eminim dedim. Ne mutlu sana o halde, iyi günler evladım dedi ve ağır adımlarla dışarı çıktı.

Arkasından kalkıp gitmek istedim. Sanki bu soruların içinde bir ima arar gibiydim. Ne yani emin olmamalı mıydım? Neden sonra, adamı pek ciddiye almamam gerektiğini düşünüp, bir sigara daha yaktım. Temizlikçi kız elindeki gazeteyle sineği öldürmüş yerde can çekişini izliyordu. Sonra arka cebinde çıkardığı bir bezle camı silmeye koyuldu. Gökyüzünü bu şekilde temizleyemezsiniz diyecek oldum. Sonra vazgeçtim ve gözüm güneş ışıltısıyla parlayan raylarda beklemeye devam ettim. Zamanın geçmesini mi bekliyordum, onu mu bekliyordum bilemedim.

*dennis warhol*

12.7.10

Silahları bırakmak gibi seviyorum seni sincabım

D., tam karşısına, bir masanın üzerindeki eski ve hacimli bir kitap üzerine oturttuğu kendisiyle sohbet ediyordu. Karşısındaki, kimi zaman sabırsız ve dinlemekten bıkmış görünüyor; öyleyken ona henüz söylemediği şeyleri de söylemesini tembihliyordu. Genelde konuşmayla ilgisizdi, kitabın nerede kalındığı bilinsin diye bir ayraçla işaretlendiği bölüme, topuklarıyla bir ritme uyarmış gibi arsızca değiyor, arada sırada sayfaları baş parmağıyla güçlükle de olsa kıpırdatabiliyor ve sanki kitaptan bir pasaj okurmuş gibi yüksek sesle bir şeyler geveleyip tekrar eski haline geri dönüyordu. Bunu varlığını sürdürdüğünü belli etmek için yapar gibiydi.

Kalkıp kitabın kalınca cildinde dolaşmaya başladı. Bir alınganlık gösterir gibi dudaklarını bükmüş, arada göz ucuyla beridekine bakıyordu. Sonra üstüne bastığı her harfi okudu yüksek perdeden. Kaaa, AAAA, Neeee. Harfleri böyle ayrı ayrı okuduktan sonra birleştirmesi için bir yere havale etmiş de cevap bekliyor gibi durdu bir süre. Sonra haa evet, KAN dedi, hani o sıcak ve ıslak, dumanı tüten kırmızılık.

Bu küçük adamın ilgisizliği arttıkça huzursuzlanıyordu D. Ona anlatmak istediği ne varsa anlatmıştı aslında, söylemediği şeyler neydi ki, hem madem söylenmedik bir şeylerin var olduğunu biliyordu neden kendisi söylemiyordu. Belki bir müzisyenden sevdiği bir şarkıyı dinlemek ister gibidir dedi bu tavır. Hani şarkıyı herkes bilir; ama kimse o gibi çalamaz, söyleyemez. Ondan daha iyi söyleyeni mi çıktı; elbet bu kez de vefa bir yere kadar o dudakların ötesine bırakmazdı o gözleri. 

Kitabın üzerindeki gözlüğün arkasına geçen küçük adam, biraz daha büyüme hevesindeymiş gibi yanaklarını şişiriyor, göğsünü ve ciğerlerini havayla dolduruyordu. Sanki D.'ye meydan okur gibiydi. Eline çalışma masasının üzerinde duran dolma kalemlerden birini almış ve bir kılıç gibi göğe doğrultmuştu. Sen, dedi, oradaki yaklaş ve bir kelime dahi etme, zaten söyleyeceklerinin bitmiş olduğuna eminim. D. ürkmüş değildi ama şaşırmadığını da söyleyemezdiniz. Yüzünü kitaba iyice yaklaştırdı. Adam kalemi bir anda yanağına batırdı D.nin ve acıyla geriye sıçrayan D. kendini odanın ortasındaki sobanın yanına kadar gitmiş buldu. Bu saldırıyı hiç tahmin etmemişti. Hemen sobanın üzerindeki demirlerden birini kapıp adamın üzerine yürüdü. Ama onu hemen oracıkta bulamadı. Elindeki demiri sıkı sıkı kavrayarak, titizlikle aramaya koyuldu adamı. Vazoların içinden çekmecelere, mürekkep kutularından abajurun içine kadar. Fakat sonra D. adamın hiç de bulunmayacak bir yerde olmadığını fark etti. Küçük adam kitabın içindeydi. Tam da ayraçın olduğu sayfanın içine gizlenmişti. Bunu bu sayfadaki haddinden fazla şişkinlikten anlıyordu.

D. adamı ürkütmemek için yavaşça aldı kitabı eline ve göz hizasına doğru kaldırıp adamı görmek için tek gözünü de kapayarak incelemeye koyuldu. Küçük adam içeride bir küçük ışık yakmış kitabı okumaya koyulmuştu. Bunu yaparken de zorlandığı çok açıktı. D. ona yardım etmeyi aklından geçirdiyse de yüzünün acısını henüz unutmamıştı, elini yüzüne attığında akan kanı fark etmiş şimdi daha bir hırsla avuçlarının arasındaki kitabı izlemeye koyulmuştu. Kitabın kalın ciltlerini iki avucunun ortasına alarak D. büyük bir hızla kitabı açıp yine büyük bir hızla kapadı ve hemen elinden yere fırlattı. Sobanın sesi büyük bir gürültüye dönüşmüştü. D. sobaya sırtını vermiş yerde hareketsiz duran kitaba bakıyordu. Cesaretini toparlayıp kitaba yaklaştı, kitabın her hangi bir yerinde kan ya da bir başka sıvı görünmedi gözüne. Alıp kitabın şişkin duran sayfasını açtı. Sayfa 155 yazıyordu altta. Sonraki sayfalar ise bomboş ve numaralandırılmamıştı. Bu işte kitabın son sayfasıydı ve sayfanın ortasında o küçük adamın yerine yalnızca bir ayraç vardı.

Kitap şu sözlerle bitiyordu;

155 gündür buradayım ve sana kendimi anlatmak için bir yol arıyordum. Sanırım en iyi yol buydu. Sana acı verdim affet, ben silahımı bırakıyor ve evime dönüyorum.

D. kitabı gümbür gümbür yanan sobaya atıp, evine doğru yola koyuldu.

***DW***