26.5.10

Eksik

Onbaşı W., ıslak ceketini çıkarırken, keyifsiz ve ağır aksak bir ıslığı henüz bitirmişti. Ceketi, saygı duyduğu birine giydirir gibi itinayla astı kırık beylik sandalyesine. Masada duran iki gün öncesine, cumaya, ait gazeteyi aldı eline.. İlk sayfasında savaşa dair haberler yer alırdı hep; ölü ve yaralı sayıları, kazanılan kaybedilen cepheler, yeni asker sevkiyatları, kurmayların sert açıklamaları, devlet adamlarının duruma göre değişen demeçleri, vatan hainleri, sonra kahraman askerler ki ölü ve yaralılardan ibaretti. Bu sayfalar W.’nin ilgisini çekmiyordu hiç. Bugün günlerden pazardı. İnsanlar bugün sabah kahvaltılarını, geciktirip, bir restoranda keyifli sohbetler eşliğinde yaparlardı, güzel aromalı kahveleri koca burunlarına çeker, bol çikolatalı kruvasanları şehvetle ağızlarına sokuştururlardı. Garsonlara bahşiş bırakmamak için kuruşu kuruşuna para vererek koca kıçlarını kaldırıp alışveriş yapmak için kalabalık caddelere akarlardı. O caddelerin ortasından bir sel gibi geçer ve kenarda köşede ne varsa beraberlerine katıp götürürlerdi. Pazar sabahları kimi insanlar ise yataklarından hiç çıkmamakla yetinirlerdi. Ayaklarını bembeyaz çarşaflarına dolar kah yanaklarını yastığın soğuk kenarında serinletir, kah eşlerinin yanaklarında sıcaklığı bulurlardı. Onbaşı iç geçirdi ve savaşmayan milletleri düşündü, tüm günleri “Pazar” gibi olmalıydı. Sırtını sandalyesine yaslayıp pencereden dışarı baktı. Yağmur iyice yağmış ve tozu toprağı yere sermişti, ağaçlar bu tatil gününün keyfini çıkarırcasına yerlere kadar salmışlardı yapraklarını. Önceki gün köklerine bir askerin kanı akan kızılçam, sanki renginin hakkını verir gibi kırmızı göründü gözüne. Ağacın etrafında birkaç tane de sincap ölüsü vardı. Bağırsakları ve dilleri dışarı çıkmış, topladıkları fındıklar kurşun kovanlarına karışmıştı. Onbaşı ağzında sigarası olduğu halde dışarı çıkıp cesetlere yöneldi. İki sincap cesedini de tek eliyle kavradı ve kızılçamın geniş kovuğuna yan yana koydu. İleride onu izleyen birkaç asker olduğunu fark etti. Yüzleri acıyla yere düşmüş bu askerler alay etmeye dahi takat bulamadıkları bu görüntü karşısında hafif gülümsediler. Onbaşı yüzlerindeki gülümsemeyi hayra yormasa da onlara tepki vermeyerek odaya geri döndü.

Oturup silah ve top seslerinden arınmış bir günün keyfini çıkarmak istiyordu. Postallarını çıkartırken, gözü masa üzerinde duran haritaya çarptı. Onu daha önce de görmüştü ama bu kez haritada bazı işaretler olduğunu fark etti; haritayı evirip çeviriyor, bir ters bir düz ediyordu. Sonunda beş ev ve bir ahır da dahil olmak üzere altı çarpı işaretinin ısrar ve sertlikle karalanmış olduğunu anladı. Bu evlerin cephanelik ya da sığınak olarak kullanılmak üzere tespit edilmiş olabileceğini düşündü önce, sonra bu bögeyi tanıdığını fark etti. Daha önce birkaç kez yalnız başına gezdiği kel bir tepelikti burası. Buraları iyi biliyor ve hatta burada yaşayan insanlardan bir kaçını tanıyordu. Bir keresinde ona gerçekten çok lezzetli bir şarap sunan kızı da hatırladı birden. Merakını gidermek için oraya gitmeliydi, haritayı iyice aklına kazıyarak ormana doğru yola çıktı. Yolda ona nereye gittiği sorulduğunda ne diyeceğini dahi bilmiyordu. Bu yüzden dikkatlice dolandı bölüğün arkasından ve ormana daldı. Adımını bastığı her yerden hayat fışkırıyordu. Çekirgeler zıplaşıyor, çiftleşen tavşanlar homurtularla kaçışıyor, mancınık misali gerilen dallar ayağının üzerinden kalkmasıyla zembereğinden boşalırcasına üzerlerinde ne varsa havalandırıyordu. 

W. uzun sayılmayacak bir yolculuğun ardından köye vardı, gördüğü manzara ürkütücüydü. Köy tanrının vaad ettiği kıyameti yaşamış gibiydi. Tüm evler yıkılmış, bir kısmı hala yanmakta olan ahırlardan, hayvan ölüleri dışarılara yayılmış ve evlere elli metre madar uzaklıkta bir duvar dibinde köyün tüm sakinleri cansız uzanmışlardı. W. istemsiz silahına sarıldı. Duvara doğru yürüdü. Onu önce sinek sürüleri karşıladı sonra pıhtılaşmış kan birikintileri ve üzerinde kurulmuş mikro hayatlar...

Köylülerin, eksiksiz, hepsinde ikişer üçer kurşun yarası vardı. En az kırk beden vardı yerde, Onbaşı W. büyülenmiş gibi yürüyordu aralarında. Hepsinin yüzüne tek tek bakıyordu geçerken. Ne aradığını bilmiyordu ama yüzlerine bakmakla sanki bir şey öğreniyor gibi hissetti. Bir sanat eseri gibiydi ölüm belki de şu an. Asker olduğu ilk andan beri korktuğu ölüm, böyle bir şeydi demek. Toprağın, kurdun böceğin seni yemesine izin vermek... Üzerinde birilerinin yürümesine ses çıkaramamak... Onbaşının ayaklarına cesetlerin kolları bacakları dolanıyor, sanki tüm gücü ve canlılığı ölüleri kıskandırıyor ve o da aşağı çekilmek istiyordu. Bir an W. onların bu halleriyle daha güçlü olduklarını hissetti, artık kaybedecek bir şeyleri kalmamıştı. Buradaki erkeklerin yaşarken çok değer verdikleri penislerini bile kesseniz şimdi, gıklarını çıkarmazlardı; ya kadınlar, boyunlarından en değerli ziynetleri bile alınmıştı, şimdi onları elmaslarla; yakutlarla süsleseniz kurvasanlar kahveler sunsanız yine de iyi hissedemeyeceklerdi.

Onbaşı yerdekiler arasından kendisine şarap veren kızı zorlukla seçti. Göğüsleri elbisesinden dışarı uğramış ve göğüs uçları dişlenerek kopartılmıştı, karnındaki kurşun yaraları kurtlanmıştı. W. kızın üstüne iyice geldi, ona bakarken midesini zor tutuyor, kokudan kurtulmak için kol uçlarıyla burnunu kapatıyordu. Kendisine bir kaç gün önce gülümseyen o ağzın içi siyaha çalan bir kanla dolmuştu. W. en azından onu gömmeliydi... 

İşini bitirdikten sonra evlere doğru yürüdü, işaretlenmiş olanları tespit etmeye çalıştı. Bunlardan bir tanesinin kapısında durdu. İçeride irice bir kedi, yavrularıyla beraber yatıyor onları emziriyordu. Bereket, onların sonu sincaplar gibi olmamıştı. Adımını odaya attığında duvardaki fotoğraflara gözü takıldı. Muntazam bir sırayla çivilenmişlerdi. Aile fotoğrafları ve birkaç ihtiyarın fotoğraflarıydı bunlar, bunun dışında evlerde hiç bir şey yerli yerinde değildi. Tüm eşyalar yerlerinden edilmiş ve hiç biri kendisi gibi değildi. Masalar sandalyeler ters dönmüş kaplumbağalar gibi düzeltilmeyi bekliyor, mutfak eşyaları toz toprak içinde yıkanmayı hayal ediyorlardı.

W. dışarı çıktı, köyde hala yanmayı sürdüren büyük bir ahırla beraber altı ev ve iki tane de küçük kümes vardı, işaretlenmemiş olan tek bir ev vardı, diye düşündü. Gözünün önüne haritayı getirdiğinde o işaretlenmeyen evin hangisi olduğunu anlamakta gecikmedi. Ahırın az ilerisindeki, ormana en yakın ve diğerlerinden daha büyük olan evdi bu yağmadan kurtulan. W. biraz dikkat edince evin bacasından duman çıktığını fark etti. Bu duruma bir anlam veremedi önce, burada cesetler kurtlanırken orada birileri keyif mi çatıyordu?

Onbaşı W., büyük bir merak ve öfke ile eve doğru yürümeye başladı, her adımda silahına olan yakınlığı artıyordu. Evin kapısına doğru adımını attı, kapıyı açmayı denedi; ama sürgülenmişti besbelli. Evin etrafını dolanıp pencereleri kontrol etti; hiç biri açık değildi. Kapıyı çalmaya karar verdi, silahın dipçiğiyle sertçe vurdu, eli hemen tetiğin üzerine dönüyor ve nedensiz titriyordu. Bir kaç kez daha vurduktan sonra kapı açılmayınca, içeri kulak kabarttı. İçeriden gelen gürültüyü fark etti, cıvıl cıvıl çocuk sesiydi bu! W. şaşkınlıkla tekrar dinledi ve çocuk sesi olduğuna emin oldu. Onlarca hem de!

Geri dönüp duvar dibine baktı, yerde yatan cesetleri gözüyle taradı, bu cansız bedenler arasında tek bir çocuk bile olmadığını fark etti. İçeridekiler köyün çocuklarıydı demek! Kapıyı tekrar defalarca çaldı ve en sonunda amacına ulaştı. Kapı yavaşça açıldı, içeride en az on düzine çocuk vardı. Ona kapıyı açan da ergen bir erkek çocuğuydu. W. erkek çocuğuna doğru eğildi. Siz nasıl kurtuldunuz? diye sordu. Çocuk, tek kelime bile anlamamıştı. Gözünden akan yaşları W.nin ceketine silerek ağlamaya devam etti. W. çocuğu kafasından tutarak beraber yürüdü ve içeri girdi. Gerçekten de kapıyı açan çocuktan daha büyüğü yoktu içlerinde. İçlerinde kundakta olanlar dahi vardı. Kimileri ağlaşıyor, kimisi her şeyden habersiz merdivenlerin trabzanlarından kayıyorlardı.

W. önüne gelen ufaklıkların hiç birini atlamamaya çalşarak kafalarını okşaya okşaya, yanaklarını seve seve yukarı çıktı. Uzun bir koridor vardı şimdi önünde; açık kapılı odalardan, çocuklar fareler gibi kaçışıyorlardı. Onbaşı, en arkadaki odada koridora uzanmış uzun bacaklar gördü, bunlar odanın içinde cansız yatan muhtemelen evin sahibi olan çifte ait bacaklardılar. Çiftin kurumuş kanı üzerine çocuklar parmaklarıyla belli belirsiz harfler çizmişlerdi.

W. tekrar aşağı indi. Tüm çocukları yüksek perdeden ıslık çalarak susturup, aşağı salona topladı ve onları evden çıkarmaya başladı. Çocuklardan büyük olanlar kucaklarına henüz yürüyemeyenleri aldılar ve küçükler de kah el ele tutuşarak kah büyükçe olan kızların eteklerine yapışarak W. yi takip ettiler. W. peşinde çocuklarla cesetlerin yattığı yerin ters istikametinden köyü terk etti. 

Onbaşı W. bu çocukların ailelerini öldürenlerin kendi arkadaşları olduğunu biliyordu, kendisi de bu çocukların anne babalarından birini öldürmüş olabilirdi. O eve neden çarpı konulmamıştı, çocukları kurtarmak için mi, bunu henüz bilmiyordu. Belki de birliğin içinden birisi, köye bu operasyonu önceden haber vermiş ve güvenli olan evin hangisi olduğunu bildirmişti. Yine de bu ihtimalleri pek önemsemedi. W. şimdi bunları değil arkasında neşeyle yürüyen çocukları düşünmeliydi, onbaşıyı ölümün karanlığından cahil bakışlarıyla ve cıvıltılarıyla çıkarmışlardı. Onlar, bu pazar sabahında kendisine hiç bir şehirlinin yaşayamayacağı, alışveriş için girdikleri dükkanlarda bulamayacakları çoşkuyu hediye etmişlerdi. W. bu düşüncelerle yürürken, ona kapıyı açan ergen yanında bitiverdi. Çocuğun yüzündeki asimetrik çilleri, kir sanarak cebinden çıkardığı mendille silmek istedi W. . Çocuk yavaşça itti Onbaşıyı. Çillerinin üzerinde gezdirdi ellerini. W gülümsedi, özür dilemek istedi. Çocuk bir daha itti W. yi ve cebinden çıkardığı silahı Onbaşıya doğrulttu. Onbaşının kolundaki armayı işaret etti silahın ucuyla. W. o an, duvar dibindeki ceset denizinin kendi birliğinden birilerinin işi olduğuna emin oldu. W. dillerini anlamayan bu çocuklara hiç bir şey dememeye karar verdi. Ne yapmak istiyorlarsa yapmalıydılar, çünkü artık onların da o ölüler gibi kaybedecek bir şeyleri yoktu. Silahını yere attı ve gözlerini önce uzakta oynaşan sincaplara doğru çevirdi, sonra sıkıca kapatıp bekledi. W. gözlerini birkaç dakika boyunca kapalı tuttu. Çocukların onunla ilgili kararını bekliyordu. Birden yüzünde bir ıslaklık hissetti. Gözünü açtığında küçük bir kız çocuğunun onu yanağından öptüğünü anladı. Ergen çocuk, elindeki silahı bırakmış ve kucağına iki, sırtına da bir bebek almış gitmek istediğini fısıldıyordu. W. şimdi ne yapması gerektiğini bilmiyor ve öldürülmediğine pek de sevinmiyordu. Diz çöktüğü yerden kalkıp çocuklara doğru ilerledi. Ona bakan seksen doksan çift göz vardı. W.nin ayaklarının üstünden zıplaşarak bir sincap sürüsü geçti. Onbaşı çocukları peşine takarak ıslıklarıyla ormana doğru yol aldı.





*denniswarhol*

17.5.10

İçeride

İçeri girebilirdim aslında; ama ancak kırılmış bir camın içinden geçerek yapabilirdim bunu. Bu kırıktan, odanın düzenini görebiliyordum. Buna bir düzen denilemezdi aslında, üç beş kırık sandalye duvar dibine kurşuna dizilmiş ve can vermişler gibi sıralanmıştı. Koyu renkteki duvar kâğıtlarından başlayarak süreklilik gösteren bir karartı vardı içeride. Sanki birisi tavana asılmış, odayı sürekli daha koyu bir siyaha boyuyordu; bu yüzden ışığı ne kadar arttırırsanız arttırın oda aydınlatılamayacak gibiydi. 

Odanın sağ köşesinde sarışın bir kız çocuğu burnuyla oynuyor ve burnundan çıkardıklarını iştahla ağzına götürüyordu; annesi olduğunu sandığım kadın, her seferinde çocuğun eline bir şaplak vuruyordu. Diğer taraftaki kadının elleri bacaklarının arasındaydı ve yüzünde zührevi bir zevk ifadesi, şöminenin içindeki tespih böceklerini gözlüyordu. Elindeki şömine maşasıyla böcekleri hafifçe dürtüyor, onların ölü taklidi yapmalarını sağlıyor ve cansız gibi yere uzandıkları bu zaman içinde kahkahaları patlatıyordu. Bu müsamereden sıkıldığında aynı maşa ile böceklerin kafalarını eziveriyordu. Hemen ardından aceleyle kalkıp hazır ola geçiyor, salonun ortasına dönerek, birileri hesap verir bir ifade takınıyor ve onlar artık biliyorlardı diye bağırıyordu. Sonra çocuk, bu bağırtıya sevinçle "ben de bildim ki" diyerek katılıyor, annenin şaplağı ise gecikmiyordu. 

Kadınların beni görebildiklerine dair kuvvetli şüphelerim vardı ama küçük kızın ara ara bana doğru farkındalıkla baktığını hissediyordum. Bu bakışlarının birinde işaret parmağını bana yakın bir yere uzatmış ve “işte geldi" demişti. Hemen arkasından annesi kızın eline sert bir darbe indirmişti. 

İçeri mutlaka girmeliydim, beni içeriye almak istemeyeceklerini biliyordum; yine de kapı ve pencereleri ısrarla zorlamıştım. Ortası kırılmış cama tekrar baktım, cam o kadar tozluydu ki güneş ışığı ancak bulduğu bu delikten içeri sızabiliyor ve odanın içindeki toz bulutlarını arsızca teşhir ediyordu. Bir an, güneşin tuttuğu bu ışığın önünde düşündüm kendimi; bir sahnede, üstümde tozlu siyah takım elbisem ve fötr şapkamla rol arkadaşını bekleyen şaşkın bir oyuncu gibiydim. Hayali rol arkadaşım geliyor ve bu kez onunla beraber beklemeye başlıyorduk. Sonra git gide artan bir oyuncu nüfusu oluşuyor ve sabırla bekleşiyorduk.

Beklemekten vazgeçmeliydim artık. Cama iyice yaklaştım, üzerindeki tozu silmeye koyuldum. Elimin değdiği yerler saydamlaşıyor ve gün ışığı, bulduğu açıklardan sızmaya başlıyordu. Işığı yüzlerine yediklerinde vampirler gibi acı çekiyorlardı. Küçük kız, annesinin gözlerini ışıktan rahatsız olarak kapatmasını fırsat bilip, burnunu bir temiz karıştırıyordu. Yüzümü görebileceğim kadar temizledim camı. Şimdi camdaki yansımada iyice esmerleşmiş bir adam görüyordum. Kendime en son baktığımda bu kadar esmer değildim. Bu sanırım dört ya da beş gün öncesiydi, bu esmerleşmeyi burada bekleyişime borçluydum. Sabah erken saatte buraya geliyor, akşam geç saatlere kadar içeriyi izliyor ve oraya girme yolları arıyordum. İçeri girebilirdim aslında, ama dedim ya bu kırık camın içinden geçerken büyük ihtimalle yaralanacaktım. Belki şahdamarım kesilecek ve içeridekilerin ruhu bile duymadan kan kaybından ölecektim. Hoş ruhları duysa bu kez kılları kıpırdamayacaktı. Hem belki de ben içeri girdiğim anda şaplaklar maşa darbeleri ve sümüklü ısırıklarla karşılayacaklardı beni. Neden girmeliyim buraya diye sordum kendime. İçeridekiler kimdi? Ailem olma ihtimalleri var mıydı? Bu kadınlardan herhangi biriyle evli olabilir miydim? Alabildiğine esmer bir adamın bu kadar sarışın bir çocuğu olabilir miydi? 

Bunları düşünürken şöminenin başındaki kadın iki tespih böceği daha ezdi ve "onlar artık biliyorlardı" diye tekrar bağırdı. Çocuk ben de bildim der demez annesinden bu kez daha hızlı bir şaplak yedi. Sonra burada olduğum günlerde hiç olmayan bir şey oldu. Kız çocuğu da annesinin çıplak ve etli kollarına bir şaplak indirdi. Kadın büyük bir şaşkınlıkla koluna bakmaya başladı. Çocuğun parmaklarının izi, annenin bembeyaz teninde, bir süte damlamış kan damlaları gibi yayılıyordu. Kadın, vücuduna girmiş bir bıçağı çıkarır gibi temkinli izledi kolunu. Kafası yavaşça önüne düştü. Çocuk pişman olmuşa benzemiyordu, aksine gülümsemesi bütün yüzüne yayılmıştı. Böcek ezici kadın, anneye dönerek "O da artık biliyor" dedi. Üçü beraber ayaklandılar. Köşedeki sandalyelere doğru yürüdüler ve üç sandalyeye sırayla oturdular. Anne biraz sonra çocuğu kucağına aldı. Ağzı bir balığın soluk alıp verişi gibi anlamsızca açılıp kapanıyordu. Bir kaç kez, burada olsaydın keşke dedi. Boş kalan sandalyeye bakıyordum şimdi. Bana mı sesleniyordu.

İçeri girmek için ellerimi ve boynumu kırığa doğru uzattım, son olarak da kalçamı ve bacaklarımı içeri aldım. Odanın döşemeleri üstündeydim. Doğrulduğumda kanımın aktığını fark ettim. Sanırım boynumdaydı yaram. Yavaşça ilerleyip boş sandalyeye oturmaya çalıştım. Fakat bir anda kendimi sandalyede ayakta buluverdim. Boynumda kalınca bir ip vardı. Kendimi aşağı çektikçe ip boynumu sıkıyordu. Yavaşça başımı sola çevirip onlara baktım. Bana neden buradasın diye sordu anne. Çocuğu işaret edip, onun artık bildiği şey nedir dedim? Kadın yüzüme dahi bakmadı, beni dinlemiyordu artık; öyle umursamazdı ki, neredeyse, orada olmadığıma emin olacaktım. 

Çocuk annesinin kucağından atlayıp böceklere doğru gitti. Onları teker teker külün altına gömüyordu. Sonra dönüp bana baktı. Baştan beri yüzüne yansıyan o gülümseme kaybolmuştu. Gelip ayaklarıma sarıldı. Burada olmadığımızı biliyorum dedi. Boynumdaki ipten kurtulamıyordum. Resmen asılı kalmıştım. Biraz sonra çocuk büyük bir hızla odanın içinde yuvarlanmaya başladı. Kadın ara sıra maşayla çocuğu dürtüyor ve çocuk bir anda duraksayıp sonra tekrar harekete geçiyordu. Sonra büyük bir hızla üstünde asılı olduğum sandalyenin bacaklarını çarptı. O an, küllerin üstündeki böcekler büyük bir hızla hareket etmeye başladılar. Hiç biri ölmemişti demek ki. Sandalye arkamda kalmıştı. Yerde boylu boyunca uzanıyordum. Kafamı kaldırdım, etrafı kolaçan ettim. Odada tektim. Acıyla doğruldum yerden ve tüm evi dolaştım. Evde kimseler yoktu. Odaya geri döndüğümde camdaki kırığı ve yerdeki kan izlerini gördüm. Elimi boynuma götürdüm. İp değil ama kan vardı boynumda. Bu yaranın gerçek olduğuna ve hala acıdığına sevindim. Güneş camdaki kırıktan içeri doluyor ve kurumuş kanımın üstünde iştahla beslenen böceklere vuruyordu. 

*denniswarhol*

4.5.10

şeytanlamalar - I

* Herkes bir şeye inanıyor ve çokları inandığının onu kurtaracağına da inanıyor. Bir kurtarıcıya inanmak kadar akla yatkın ne var ki, nihayetinde bir korku var orta yerde duran! Her şey o korkunun rengiyle başlıyor. Koyu bir renk bazen, bazen alabildiğine açık... Korkunun bir renkle başlaması kötü bir teori belki. Belki de katlediyor tüm renkleri, kim bilir? 

* Ellerini koklarlar katillerin bilirsin, barutun kokusu kalır diye belki; bir de gözlerine bakmalıdırlar derin derin; çünkü kalmıştır retinasında, kurbanının ruhsuz kalan bedeninin düşüşü. Yırtarcasına açılır ağzı bir karganın sanki, öyle kinle söyler ki o gözler gerçeği. Ama yine de bir katili öyle kolay ayıramazsınız masumiyetten. İçini açıp bakmaktır en iyisi. İyisi, lime lime edip ruhunu, tüm korkularını gözler önüne sermektir. 

* En iç burkan şarkısı şu doğanın bir kaç ölü çocuğun ağzından çıkacak bir gün. Yalancı gölgeleriyle bakire melekler sürtünecekler melodilerin yüce dallarına. Hiç mi canınız acımadı ölürken diye sorasım gelecek çocuklara. O çocuklarla konuşabilsem de, susmam gerekecekti biliyorum. Ne ağlamaları canımı yakacak, ne gülmeleri hoşnut edecekti. Sorsam elbet acıdı diyeceklerdi. Ama sadece dinledim şarkılarını: "Azrailimiz büyüdü biz küçüldük, avuçlarınızla taşıdınız tabutlarımızı."

* Bir mahkum, kuş pisliklerini temizlemek için arka avluya çıkabiliyorsa sadece, o bok işte özgürlüğüdür onun.

* En rahat balıkçılar büker gözlerinin gördüğünü, tam ucundan ufkun mesela yok eder kocaman bir gemiyi. Kıvırır denizi koyar cebine ve başlar ertesi gün aynı yerinden zamanın.

* Kedileri seyrediyorum soğuk bir bahar günü, sevişirken uçuşan tüyleri ve titreyen minik bedenleri...

* Gamzene gömsünler beni.

*dw*