23.12.09

Yolculuk

Pabuçlarımdan kurtulmuştu ayaklarım kendime geldiğimde. Çok aydınlık olmayan ama ayaklarıma kadar bir alanı görebildiğim bir dünyaya uyanmıştım. Yattığım hayattan çok farklı olmadığını düşündüm. Kalkmak istedim ama ceketimi tutan bir şey olduğunu fark ettim. Bu daracık alanda zor da olsa geri dönebildim. Bir çivi ama ne çivi. En az bir bacağım kadar uzun ve bir kolum kadar kalın. Ondan ceketimi kurtarabilmek için eğildim. Fakat bu kez şapkamı üstümdeki daha ince bir demire kaptırmıştım. Şapkamı sonra alırım diye düşünüp ceketi kurtarma çabalarıma devam ettim. Ceketimin uzun olan etek kısmı biraz hırpalansa da şimdi özgürdüm. Şapkamı almak için yukarı doğru hareket ettiğimde gördüğüm ise en şaşırtıcı olanıydı. Benim siyah kuşaklı beyaz şapkam bir tavşanın dişleri arasında çiğnenmekteydi. Tavşana doğru bir hareket yaptığım anda ise şapkamla beraber gözden kaybolup gitti.

Şapkanın üzüntüsüyle tavşanın gittiği yöne doğru seğirttim. Aydınlıktı bu taraf. Ben aydınlığa gittikçe daha az görebildim ama. Işık arttıkça gözlerim hiç bir şey seçemez oldu. Biraz karanlık diye yalvardım yüksek sesle. Şapkam diye söylendim...

Yoruldum sonra, gözlerimi kapattım, kafam üşüdü, ağladığımı fark ettim. Genişledikçe etrafım küçüldüğümü hissettim, Gerisin geri yola koyuldum, o karanlık dar deliğe geri dönecektim.



*dw*

12.12.09

üstüme alındım üstü kalsın

Sokaktaki ölü kokusu her zamankinden daha keskindi. Ceketinin iç cebinden mendilini çıkarıp burnunu kapattı. İki üç dakika yürüdükten sonra mendili tekrar iç cebine koydu. Sağ tarafında ışıkları rastgele yanan lunapark solunda ise ışıkların ortalama yüz kilometre hızla geçtikleri bir otoban... O ise tam ortada... İki eş anlamlıya eşit uzaklıktaysam iki zıt anlamlıya da eşit uzaklıktayımdır. Yani şimdi ben doğum ve ölümün tam ortasındaysam yaşam ve onun bedeni de bana aynı uzaklıktalar. Yani onun bedeni benden ne kadar uzaksa yaşam da o kadar uzak.

Hangisi daha gerçekti ışıkların. Belli belirsiz yanıp sönen lunaparkınkiler mi yoksa havayı çizen araçlarınkiler mi? Gerçek olan önüne çıktığınızda sizi ezip geçecek olan mıydı yoksa size hüzünle göz kırpan mı?

Hani dedin ya "öyle gerçekmişiz gibi yapmasak" diye. Hani ben de derim ki "hangisi gerçek sen bana söyle"

Bana hüzünle göz kırpar mısın?




-dw-

8.12.09

requiem

Heyecandan iyice terlemiş avuçlarım ve yağmur yemiş, ama hala üşümek isteyen bir kadının yüzüme tüten dumanı, iki ucu kördüğüm bağlanmış kollarımın arasından kaçmak istiyordu biliyorum. Bir salıncakta gibiydik ve zemin hep kayar gibiydi. Olumsuz fiilerle birbirine bağlı cümlecikler, yapmacık eklerle; hiç mi hiç çekilmez zamanlarla kurulu hikayeler anlattım ona. Gülüyordu şimdi, oysa bana gelirken hep solgun ve benden uzaktayken inadına kıpkırmızıydı önceleri...
Onsuzum şimdi ve geriye sayıyorum, 9,8,7... ve sıfırım yok, nerede biter bilmiyorum. Sonra tüm geri sayımlar sonsuzmuş anlıyorum ve çaresiz ve sayısız ayrılıklar yaşarken de sayıyor muydum hatırlamıyorum.

Onsuz ve ikisiz ve yedisiz bir yirmi yedi yaş; yaşadığım bir deniz üstünde yürümek kadar sahte ve bir mucize kadar saygın.

-Kurtarıcımı tanımadım ama onu beklemek beni özgürleştirdi

DennisWarhol

1.12.09

B.O.K

"İçeri girdiğimde yalnız kalacağımı biliyordum ve biraz önce o korkunç yatak hikayelerinden birini anlatmıştın bana. Diken diken olan tüylerim neredeyse köklerinden ayrılacaklardı. Kilidi çevirdim; eski ve gıcırtılı bir kapı şimdi önümde açılıyordu. İçerdeydim ve karanlıkla başbaşa..."

Bu muydu korkun çocukluğun boyu be? Karanlık ve yalnız kalmak... Ulan en aydınlık günlerde kaybetmedin mi masumiyetini, en güneşli günlerde terk edilmedin mi? İnatla seni memnun eden karanlıktan neden korktun ki bugüne kadar. Ya o kireç suratlı kadınlara, o renkli gözlere meyledişin de bundan mıydı? Çok puştsun be, çok puştsun.





dw

25.11.09

me/2

YOLLARDA
Ya tren, o ritmik gürültü, o sürekli akan film, o her karesine başrolünde kurulduğum yolculuklar. Her gidişi mutluluk mu olur insanın? Bu kadar güzellik varken etrafta yine de gitmek o kadar çekici ki... Sen ben anne baba kedim işim hepsi geride kalabiliyor.
Aslında, o kadar istiyorum ki terk ettiğim yerden de bir şeyleri götürüp o yolculukta değişimlerini izlemeyi. Gelmelisin benimle beyaz balık. Sudan çıkınca nefes alabilen balıklardansın sen. Seninle yan yana iki koltukta kafamızı dünyanın camına dayayarak gezmeliyiz tüm güzel, tüm çirkin, tüm eğlenceli, tüm hüzünlü şehirleri.

EVDE
Frekansını tutturamamış radyolar gibi cızırdıyorum, herkese anlatmıyorum korkunç yatak öykülerimi. Birileri masumiyetiyle oynuyor yan komşunun çocuğunun ve porno film seslerine karışıyor çan sesleri sonra çan sesleri ezanlaşıyor giderek. Öyle korkunç ki seni infaza götürmeye gelenlerin suratları... Bir dakika diyorum memuruma ve bir yer gösteriyorum. Oturuyor ve mastürbasyonumu izliyor.
Evimin içindeki yabancı olmaktan çıkması korkutuculuğunu kaybettiriyor...
Islak bir kedi yalanıyor ve "temizlik günahın evladı" diye mırıldanıyor.





"dennis/warhol"

8.11.09

Bir Beyaz Mermer Taş Üstü

Sanmıştım ki
Gündüz ağır ağır sokaklarda yürüyüp
Geceleri iki süt güğümüne dayayacağım kafamı huzurla
Sabahları kalkıp ekmeğime ne sürsem diye dertlenecek
Öğlenleri kaldırım taşlarını birbirinden ayıracak
Akşamları ise bir elmanın kabuğunu bir parça halinde soyarsam
Kendimi tebrik edecektim

Öyle olmadı
Bugün o arabanın içinden size el bile sallayamadım




*denniswarhol*

1.11.09

Nedir ki!

Kalkıp sabah erkenden, gece tekrar ortopedik mezarına dönene kadar yapacağın her şey belli. İşte mutluluk! (peh!)

Sen başkasıylayken, eski bir başkasıylaydım ben de. O, gerçekten ihtiyacım olan nadir bedenlerdenmiş gibi düşünüyordum ki hala da düşünüyor olabilirim. Onunla ömrümün en güzel günlerinden bir kaçını geçirdim. Çünkü o benim cennetim gibiydi yıllardır ve onunla bir rüyada onlarca saat geçirebilmek için tanrıya gecelerce yalvarmıştım. Beni tanrı mı yoksa tanrıya gerek kalmadan kendisi mi duydu bilemiyorum ama işte beraberdim onunla. Çok kısa ya da çok uzun değildi onunla beraberliklerim; ama sanki yıllardır tepemde gökyüzüne her baktığımda salınıp duran o beyaz ve kırmızı ve kararmamış meyveden ufak ısırıklar alır gibiydim. Off evet şu anda onunla olmayı isterdim. Ama onun tadı yine de aklımdaki gibi değildi. O da belki benim dişlerimden hoşlanmamıştı kim bilir. Şimdi, kafamı gökyüzüne kaldırdığımda hayallerimi seyretmek için, o daldaki meyvelerden biri o değil artık sanki. Ya da belki çekirdeklerinden tekrar doğacak bilemiyorum.

En başa yazdığım cümleyi tekrar yazmak istemiyorum. O benim her gördüğümde yön değiştirdiğim çürük meyvelerin alnına yazılı olsa da keşke... Bilmeden, yok olma düşüncesini her an damarlarımda hissederek var olmak, bilmemek ve tahminde bulunma derdinin olmaması. Tasarlamadan, korkmaya gerek kalmadan. Ah bir başarabilsem.

Senden bir şey isterim: Bana biraz insanlardan bahset. Çevrendeki adamlardan kadınlardan. Her akşam sen birini yazsan sonra ben de birini. Belki tanımlaya tanımlaya kendimizi bulabilirdik. İhtiyacım var diyorsun ve işte ben de buradayım ama sadece "burada"!




*dw*

27.7.09

DELİ

Kapının eşiğine iki ayağını birden koyup kendini heyecanla içeri doğru attı. Etrafa pis pis baktı, her yer temiz de olsa onun her şeyi kirli gördüğünü gözlerinden anlıyordunuz. İçerde üstüne çıkabileceği en yüksek şeyi aradı ve bir ütü masasının üzerinde bir cambaz misali durmaya çalıştı, ütü masasıyla birlikte yere yıkıldı; yerde sadece üç saniye geçirdi ve bu kez daha sağlam olduğunu düşündüğü bir başka yüksekliğe tırmandı. Şimdi henüz tam soğumamış odun sobasının üstündeydi. Önce, ıslak çorabından çıkan dumanları izledi; biraz sonra ayağının acısıyla kendini sobanın üstünde durduğu mermer taşa bıraktı.
Şehir en güzel bu tepelerden görünür demişti bir keresinde bir bilgin, neden sonra aynı bilgin çok yükselirsen alçaktakiler seni bir nokta gibi göreceklerdir de demişti. Bilgine küfretti, çorabından çıkan dumanla sigarasının dumanını yarıştırdı.
Yukarı çıkmanın hep bir bedeli var dedi içinden; hiç olmazsa geri dönüşü var..


**deliwarhol**

29.6.09

özgürleştiren yazı

Öyle bir haldi ki halim, her sokağa adım atışımda gerisin geri eve döndüm. Yüzüme bakmasın istedim çünkü kimse, ben de bakmayayım hatta kimseye... Hissedilmesin yokluğum, varlığım dert edilmesin, kuşları korkutmasın adımlarım, kedileri rahatsız etmesin ıslığım. Yine de gözünüze batıyordum işte. Çay ısmarlıyor, içki söylüyordunuz, sonra da çarpıyor, sataşıyor, küfrediyordunuz.
Oysa dünyada bu kadar çok insan olmasını isteyen ben değildim. Annem ve kedi bana yetiyorlardı.
Gerisi kuru bir toprağın artıkları, zorunuza mı gitti? Siz değilsiniz ben olan. Size ispat edecek, sizden gizleyecek bir şeyim olmadı ve olsaydı emin olun bunu çok iyi yapardım.
Korkun benden ve sizi bulamayacağımı umut edin. Beni bulamayacağınızı umut ederek, tüm sokak başlarındaki mum satan kızlara olmayışımı ezberlettim.
Tüm bu korkular nasıl da yordu beni, ellerimi ayaklarımı serbest bırakıyorum, artık sizi tutacak gücüm de kalmamıştı.
Vay vay vay koca götlü aşk tanrısı, oku bir türlü saplayamadan bana işte ölüyorsun. Bu kadar özgürleştiğimi bir yazıda hiç hatırlamıyorum biliyor musun.



***denniswarhol***

18.6.09

Gitmek İçin Hazırlıklar

Büyük bir taş aldı ve kolundan çıkardığı saatine vurmaya başladı, vahşi bir adamın bir yılanın başını ezişi gibi vuruyordu zaman makinesine. Neydi ki vahşi değildi de? Şehirli mi demeliydi bu içindeki nefretin adına? İnsanın kendisine duyduğu nefret.

Uzandı sonra sırtüstü. Çekirge sesleri, otlanan hayvanların homurtuları, bir yandan da bok varmışcasına etrafında saltolar yapan sinekler. Başka da bir şey görünmedi gözüne. Eksik olan fazla olan ne varsa bulmak için gelmişti buralara. Yaşadığı şehirde de bulamaz mıydı sanki? Bilemiyorum dedi, belki de düşünmek için bahanelerim olmuştur buraya gelmekle. Cebinde sigarası, beline bağladığı bir kuru ekmek içinde biraz köy peyniri ve elindeki su şişesi... Şu anda başka bir şeyi yoktu. Yo hayır onunki bir şehirlinin utanmaz ve geçici köylülük heveslerinden biri değildi, bir sadeleşme kaygısı hiç değildi. Neydi derdi onu bulmaya gelmişti aslında tam olarak.
Gömlek kollarını yukarı sıyırdı. Çocukken mavi akacak diye kestiği bileklerinden boşalan kırmızı kana ne kadar şaşırdığını hatırlayıp güldü. Sonra iyi adamdır diye güvendiği insanlar geldi aklına. Onlara da gülüp geçebilmeliydi. O kadar kolay olmasa da, bunu başarabilmek için buradaydı belki de. "Hayattaki dertlerini değiştirebilmek için."
Ona ayda yirmi bin lira da verseler artık dönmeyeceği işini düşündü. Sabah gidip akşam çıktığı, gün kararana kadar hapis tutulduğu yarı açık cezaevini... Çok çalışmanın bu olmadığını biliyordu, ama yine de halime şükür dememişti hiç. Onu korkutan parasız kalma korkusu tekrar damarlarında dolaşmaya başladı. Açlığın rengi damarlarında akmamıştı bugüne dek. Arkadaşlarına sorup duruyordu sürekli: Hiç aç kaldınız mı?
Gözleri göğe daldı. İnsan böyle dağ başlarında dünyanın döndüğünü pek anlamıyor galiba diye düşündü. Bir binadan diğer binaya geçen güneş yoktu burada, sabah simitçisi, öğlen yemekleri, akşam 5 çayı gibi zırvalıklar bize zamanın geçtiğini unutturmuyorlardı bir türlü. Koluna baktı alışkanlıkla. Olmayan saatin izi hala duruyordu. İzleri başka izler silecekti elbet.
Güneşin acımasız ışıklarına doğru bakmak için kafasını kaldırdığında üzerinden geçen bir uçak farketti. Uçağın gölgesi bir hayalet gibi düştü dağın üzerine ve hızla kayboldu. Kalktı ve daha tenha bir yer için yürümeye başladı.



*denniswarhol*

10.5.09

To See

Kafka ellerini çoşkuyla birbirine vurdu bir kaç kez. Sonunda onunla tanışacaktı. Yıllardır aşkla sevdiği ve her sayfasını belki yüz kez okuduğu o kitabın yazarı olan kadınla tanışacaktı. Kadını ilk kez ete kemiğe bürünmüş halde görecekti belki ama kitaplarından onun kişiliği ile ilgili bir çok bilgiyi edindiğine emindi. Önce kendine çekidüzen vermeye koyuldu. Sakal traşını olurken kemikli yüzünü kesmemek için çok dikkatli davranıyordu, sonra ellerine baktı, tırnaklarının düzeltilmesi gerektiğini düşündü ve onu da dikkatle halletti. Saçlarını her zamanki gibi geriye doğru mu taramalıydı bilemiyordu, çünkü bugün farklı bir gündü ve o da bu farklılığı kendine her zerresi ile anlatmalıydı. Sonra şapkasının altında bozulmama durumunu dikkate alarak saçlarını özenle ve planlı olarak sağa taradı ve neden sonra sola doğru taramaya başladı. Bir gün önce bugün için aldığı şapkasını ve kravatını taktı. Arabacısının kapıda atı hazırladığını görünce zaman kaybetmeyeceğine sevinerek merdivenlerden aşağı yürüdü. Kapıya geldiğinde arabacının günaydın sesini işitti, günaydın diye yanıt verdi ve şehire gidiyoruz biliyorsun diye komut verdi.

Her zaman geçtiği caddeler ve sağlı sollu yol kenarında dizilmiş dükkanlar, onların sahibi esnaflar, bu dükkanlardan alışveriş etmekte olanlar ve alışverişlerini yapmış ellerinde eşyalarıya gezinenler... Hepsi Kafka'ya bugünün diğerlerinden hiç bir farkı yok demek ister gibiydiler. Oysa o bugünün farklı olduğuna emindi. Kitabı eline aldı, en sevdiği bölümü okumaya başladı.

" Bu geceler John, hiç olmadıkları kadar büyük işlere neden oldular, bu geceler de ben ve baban, normal insanların arasında farklı olmaya çalışıyorduk ve biz farklılaştıkça insanların da farklılaştığını görmekten büyük haz alıyorduk. Onlara kahramanlık öyküleri anlatıyor, devrim şarkıları söylüyorduk..."
Kafka bu satırlara büyük bir hazla dalmışken arabacı birden arabayı durdurdu ve yavaşça efendisine dönüp derin derin bakmaya başladı. Genç adam ne olduğunu anlamak için arabacıyı konuşmaya zorluyordu, ama hiç bir yanıt alamıyordu. Sadece ona acı ile bakan bir çift göz vardı karşısında. Sonra birden arabacı gözlerini Kafka'dan çekerek, atı kırbaçladı ve yola devam etti, ama neden durduğunu ve şimdi neden hareket ettiklerini anlatmadan.
Kafka, artık bugünün farklı bir gün olduğuna emindi; babasının da arabacılığını yapan bu emektar adam ömründe ilk kez bu şekilde davranmıştı. Sonra Kitabın satırlarına geri döndü.
"...ve John emin olabilirsin ki o insanlar değişiyorlardı. Biz ise mutluyduk. Oysa yaptığımız sadece ellerindeki gücün farkında olmalarını sağlamaktı. Sonra bir başka diyara geçiyor orada da aynı yöntemi izliyorduk."
Kafka kitabı kapattı, arabacıya durmasını emretti, arabacı da ata... Arabanın merdivenlerinden inerken kitabı koltuğa bıraktı. Ben yürüyeceğim, sen geri dönebilirsin dedi adama. Adam atı ters yöne çevirip giderken, Kafka tozlu yollarda mutluydu.




****dennis warhol****

29.4.09

VAR OLUYORUM

Tavansız ve hatta gökyüzüsüz
Gözlerimin alamadığınca
En üst'ün daha üstü
İçimin iyice içi
Yani sen benim gibi bir hiçi
Seviyor olamazsın

Mezarsız ve hatta topraksız
Ölemedim diye göremedim biliyorum
İyice sapla hançeri
İyice aksın ki kanım
Kırmızı bir derya olsun akıp
Yani beni böyle bırakıp
Tekrardan doğamazsın

Kahkaha patlat ve hatta ağla
Kulaklarına varsın ağzın
Taze bir gelincik gibi
Donundaki kanın rengi
Yani sen bensiz bir piç gibi
İstesen de Var Olamazsın




**deniz varol**

14.4.09

sürgün mizgin

bi şarkı dinledim bugün. ulan hiç böyle hissetmemiştim belki 3 belki 5 yıl oldu. içim acıdı geçmişi anımsatınca bana. bir gün ben üniversitedeyken diye bahsedecek miydim ben de. ne zor geliyordu o zaman yaşamak. ah ulan şu günler geçse de memlekete dönsek işe başlasak diye düşünürken 27 olduk. istanbula döndük işe de girdik, ne bok olduysa, bir bok olmadı, böyle devam edersem hayata bir bok daha olacağı da yok. yok. yok. ne diyordu Behram:

Korulara söyleyin
Dağlara asmalara
Baygın çocukluğumun
Çınladığı kırlara
Söyleyin gidiyorum
Dönemem belki geri
Gelsinler anılarım
Uğurlasınlar beni


*

11.4.09

the past that never passes

-

Ona o kadar çok yalvarmıştı ki sonunda kendini bir dilenci gibi hissetmişti.

İki adımda bir düşünüyorum, geri dönebilirsin deselerdi, nereye ya da ne zamana dönerdim? Bu soru elbet durup dururken gelmedi aklıma. O çılgın fizikçilerden birinin zaman ve mekan aygıtıyla ilgili bir kaç zırvasını okuduktan sonra geldi bu soru aklıma. Aslında bu saçmalıkların geçmişin ya da geleceğin peşine neden bu kadar çok düşüldüğünü sorgulamam için vesile olduğunu da söyleyebilirim.

Geri dönebilseydim:
1. İlk olarak 1996: Beyazı ilk gördüğüm an, kalbimin içinde ilk kez bir garip ateş hissettiğim o an. İlk ve son kez üç harfliyi hissetmiştim. 2008 yılında onu kaybettim. Oysa onunla 2000den 2004 e kadar birlikteydim. Ama kaybetmek için bu kadar çok çabaladığım başka hiçbir şey olmadı bir daha hayatta.
2. Onu sokağın bir kenarında elinde bir şişe bira ile gördüğümde, ona o dağa gitmemesi için yalvarmalıydım belki. Önceden bilememe bahanesi nedense bu konuda beni hiç avutmadı bu zamana kadar. (2004)
3. Ön bacağında yarayla eve geldiğin o gün seni bir veterinere götürseydim. Çok üzgünüm. Ne olur affet.(2006)
4. Seni kaybetme korkusu içimi kemiriyor hala küçük devim. Seni o kadar çok seviyorum ki. Ama geriye dönebilsem şimdi senin o işlerde çalışmana kesinlikle mani olurdum. Hatta okuman için elimden ne gelirse yapardım emin ol. Gerekirse... (1945)
5. Başka bir eyler okurdum. Sonra eminim yine pişman olurdum. Hiç mi okumasaydım.
6. Seninle aynı tarihte doğmak isterdim. Belki bu kadar büyük olmasaydım senden daha iyi anlaşacaktık. Seni de mi kaybettim henüz bilmiyorum. (2006-2009)
7. Onunla evlenmemen için çaba sarfetmediğime pişman mıyım değil miyim? Belki bunun için geleceğe bir göz atmalıyım.
8. Boşa giden tüm sözlerimin neredeyse onda dokuzu sana söylediklerimdir. O kafede bana ikram ettiğin kahveyi içmemeli, seni hiç tanımamalıydım.
9. Bir insan sadece iyi biri diye onunla beraber olunmamalı, kesinlikle geçmişimdekilerden arınmalıyım. Çünkü onlardan uzaklaşmak büyük bir vicdan azabı yarattı hep. Gelecekte böyle bir şey yapmasam iyi olacak.
10. Hayır hayır hayır demeliydim. İçime çekmemeliydim.




---

8.2.09

Dokunulmayan

Önceleri rüzgardan şikayetçi değildim hem o zaman saçım da uzundu ve hem de çokça zayıftım. Hatırlarsın? Yoksa fotoğraflardan mı hatırlarsın? Buna kızamam; çünkü ben de kendimi o pozlardan başka bir şekilde bulamıyorum. Bir keresinde bir stüdyoda sadece ellerimi ve dizlerimi fotoğraflatmıştım (ki her zaman en değer verdiğim uzuvlarım olmuşlardır) deli misin birader diye çıkışmıştı stüdyodaki adam... Sonra neden yüzümle dizim arasında yeniden bir önem sıralaması yapılmasın ki dedim kendi kendime, adama hiç bir şey demedim. Parayı uzatınca o da unuttu beni.

İlk önce yüzünü unutmam da bu yüzdendir. Seni avuç içimde gizlemem de bu yüzdendir. Sonra sen gidince yüzümün dizlerime dayanması da yine bu yüzdendir.

Uyandım ve aynaya bakarken bir yüzüm varmış gibi davrandım ve bende unuttuğun diş fırçanla içimdeki boşluğu temizledim. Musluğu açmak için ELLERİNİ aradım ama çoktan gitmişlerdi, aynaya baktım, senden bir işaret ararken dişlerinin göğsümdeki izdüşümlerini ve ağzında kalan bir tutam tüyü gördüm.
Banyo bu yüzden en üst katta olmalıydı, aşağı bakarken içimi düşürecek gibi oluyordum her seferinde; ve beni en çok korku özgürleştirirdi. Öyle sanmıştım...

Uzun zaman olmadı aslında seni özgür bırakalı, sen de öylesine yasakladın bana bir çok şeyi. Ne yalan söyleyeyim bu yasaklık iyi geliyor ruhuma... Kan davası gibi aramızdaki bu tutku. Ama yine bu tutkuya borçlu tüm organlarım tazeliklerini; diriliklerini.

İnan beyaz karanlığım kimseye diklenmedi aydınlığım bu denli ateşle. Yüzümü görsem sen sanıyorum, korkuyla bekliyorum gözlerimin önünde var olmanı. Kimi zaman bir tren gibi ve bazen de bir rüzgar gibi geçiyorsun sokağımdan.
Saçlarım azalıyor sen geçtikçe ve şişiyor bedenimin ölmüş hücreleri.




"Deniz Varol"

3.2.09

ACI

Odanın kapısından içeriyi izliyordum, yanımda bir hizmetli vardı, içeri girerken yanımda biri bulunmalıymış. İçerisi yarı karanlıktı, yatağın ucunda ve sağında bir kaç tıbbi alet vardı.
Yatağın içinde ağrılar içinde kıvrandığını gördüm, gözlerin kapalı, yüzün her yanın şişikler içindeydi. Nefes alamadığın için boğazına bir delik açmışlardı. Saçların dökülmüş ve ellerin kurtlanmıştı. İşte o an içimin yağları eridi. Yalnızdın ve ölüyordun, intikamımı almıştım. Bir sigara yaktım ve evime doğru yola koyuldum.
Yoo hayır, bendeki huzur değil gerzek karı, bu bir acı. İntikamın acısı. Sen ne anlarsın ki. Tek bildiğin beni aşağılamaktı, hayatımda hiç aşağılanmadım diye sen beni aşağılayamaz değildin. Ama bunu yaparken de o kadar yapmacıktın ki. Hani zaten benim olanı bana verirken bile bu kadar zorlanman bu beceriksizliğin ne kadar mutsuz bir hayat süreceğini ta o zaman göstermişti. Yaşlılığımla, tutarlılığımla dalga geçtin, farklılığımı bile sıradanlaştırdın seni kahrolası. O kara kuru ellerinle o çürük dolu ağzınla hangi mastürbasyonu tamamlayabilirdin ki. Sekiz on sigara içtim emin ol bunları ayrıntılandırırken kafamda. Senin ağrılarını değil ama acını biliyordum. Çünkü acı daha derindir bir ağrıya göre... Tüm hücreleri kaplar ve boşaltır beynin içini acımasızca. Yani acının kendisidir en acımayan. Huzur doldum anlasana... Başkalarının olduğunu bilmediğimi sanma. Ben de hep başkalarına sahiptim sen de bunu bilirsin. Ama kahrolası bir tutku düğümlenmiş alnımın yazısına. Belki eteğinin altına elimi sokmalıydım yalnız kaldığımız bir anda ve sıkmalıydım tüm civatalarını ellerimle, ya da sokmalıydım dilimi en derinlerine ağzının, seni dilimle boğmalıydım. Yapamadım hiç birini biliyorsun kahrolası.. Ama emin ol sen olmadığın için değil ben istediğim için oldu hep başkaları. Senin yetinmezliğindendir yine de doğru. Çünkü ben doyurmak için yaratıldım ama beni de biri doyurmalıydı. Sen şimdi sana erenleri doyur, ben de içimdeki ezgileri, yüzümdeki gizemleri, kalbimdeki eflatunları, elimdeki yoncaları, gecemdeki zehraları, parmaklarımdaki nişanları evlilikleri...

Sen senin ol ben var olayım. En iyisi bu...



" DÖNME BİR DAHA ALLAHINI SEVERSEN "

29.1.09

Beyaz Sokak

Kalktım tüm pencereleri açtım, o ise hepsini kapadı arkamdan dolanıp. Bu her sabah böyleydi, ben açmam gerekeni açıyorsam o kapatırdı; ve dahası kapatmam gerekenleri de inatla açmasıydı.

- Bırak rüzgarı evin içini gezsin dedim sevgili canavarıma, ( Canavar dediğime bakma; ufacık bir kız). Kapatma şu pencereleri habire, ne istiyorsun nefes almamamı mı?

Mühürleyebilse ne kadar mutlu olacaktı, şu her seferinde kocaman açtığım ağzımı biliyordum. Sonra kahvaltıya oturduğumuzda (ki beraberce oturduğumuz nadir anlardandır) aramızdaki sorunları konuşurduk. Gece o kocaman yatağı nasıl paylaşamadığımızı anlayamaz, lavaboyu önce kullanmamın bencillik olmadığına karar verir, kimin daha çirkin olduğu üzerine yapılan tartışmaların bir galibi olmayacağını hükme bağlardık. Sonunda, her sabah buna benzer küçük sorunları, inatla ve severek yaşayan gereksiz insanlardan olduğumuza oy birliğiyle karar verirdik. Sonrasında, barış çubuklarımızı tüttürürken, yeni günün özgürlükçü ve uzlaşmacı tüzüğünü hazırlardık. En uzun ömürlü barış antlaşmamızın, taş çatlasa, akşama kadar süreceğine ikimiz de emindik, dedim ya gereksizdik.

Öğlen oldu mu, balkona beraberce çıkar, aşağıdan bir o yana bir bu yana geçenleri izlerdik. Balkona yakın yürüyenler olduğunda bazen kafalarına dolu dolu tükürürdü, zavallılar yukarı doğru baktıklarında ise o yeşil, alev püsküren bakışlarıyla hepsini savuştururdu. Akşama kadar sarmaş dolaş gezen bir kedi ve bir köpek misali, aslında ne olduğumuzu anladığımız vakit kavga gürültü geri geliyordu. Bu böyle gitmedi elbet, aslında böyle bir şey hiç olmadı tabi. Çünkü aslında onu hiç görmedim, o da beni görmedi. Bir balkonumuz vardı evet, beraberce oraya çıkıyor, kendimizi her seferinde bir çöp tenekesine isabetlemek için aşağı atıyorduk. Kirli kedileri beraberce temizlediğimiz, ölü sinekleri beraberce gömdüğümüz oluyordu. Ama bu dediklerim nedense hiç olmuyordu. Bunları sadece yazıyordum galiba. Sonra zaten hiçbir şey olmamış gibi gelince de biraz olsun mutlu oluyordum. En azından hala umudum olan biri vardı. İyiki de onu görmüyordum.


Ben olsam bu aptal yazı için özür dilerdim önce kendimden, olmuyordum etmiyordum dolu bir salaklık. "Ama" deyip kendimi aklamayacağım en azından. Böyle...






***denniswarhol***

20.1.09

Öylesine Bir

Yaşadığı delikten kafasını öne doğru iterek bir ana rahminden fırlar gibi çıktı sokağa Bay D.. Üstünü başını düzeltti, yırtıklarını el yordamıyla inceledi, herhangi bir yeni sökük olup olmadığına baktı. Ayakkabılarını ellerini tükürükleyerek temizledi, su içmek için camiye yöneldi. O kalabalık avluda boş boş oturanların mutlu gibi görünen yüzlerine baktı. Bulabildiği ilk güneş alan avluya uzanan küçük kedileri seyretti, sahiplerinin peşinden delice koşan köpeklerin uzaktan sinir ve hasetle izlediği bu güzel hayvanları kendine hep yakın bulmuştu. Gidip yanlarına uzanmak istedi ama ondan korkup kaçacaklarına emin olduğundan vazgeçti. Simit satan sakallıya doğru yürüdü sonra; cebindeki kuruşları toparladı ve sakallıya uzattı. İki simit gelir bunla iki mi vereyim, diye sordu beriki. İki taze simidi alıp bugün ne yapacağını düşünmek üzere parktaki tek boş banka oturdu.

Önünden, arkasından takım elbiseli erkekler; şık tayyörlü bayanlar geçiyordu. İşlerine yetişme telaşında olan bu insanlar ona kıskanarak mı bakmalıydılar? Ona göre öyle yapmalıydılar. Ama Bay D. onların tam aksine kendisine acıyarak baktıklarının farkındaydı; üstelik onlar hergün işyerlerinde çektikleri sıkıntının karşılığı olan paraları orada öylece oturan adamımızın eline saymaktaydılar. Bay D. bu durumu her zaman büyük bir bağışlama gibi algılıyor, onlara bu kötü dünyanın iyi insanları olmaları için bir fırsat verdiğine inanıyordu. Kendisini onların efendisi gibi görüyor; hatta onları tanrısal bir merhametle seviyor ve oradan öylece geçmelerine -bu merhametin yüzü suyu hürmetine- izin veriyordu.

Para şıngırtılarıyla bölünen düşüncelerini toparlamak için oturduğu banktan kalktı, arkasına takılan boz bir köpekle beraber yürümeye başladılar. Karşı yoldan aşağı mahallenin evsiz takımından tek kollu ve bir zenci kadar siyah olan o adamın geldiğini gördüğü an, yolunu değiştirmek için artık çok geçti. Adam ona doğru önce kapsamlı bir küfür savurdu sonra, D nin anasına söve söve onun üzerine doğru yürümeye başladı. Bay D tehlikenin kokusunu almıştı ve geldiği yöne koşmaya başladı. Hem Bay D. hem de boz köpek ölene kadar koşacaklarmış gibiydiler ve nispeten yaşlı olan kolsuzu arkalarında bir küçük siyah nokta gibi görene kadar kaçtılar.
Sonra D. köpeğe sinirle baktı; ona bir taş atıp yanından uzaklaştırdı. Bugün ne yapması gerektiğini düşünemeyecek miydi? Bu adi köpek, şu kömür suratlı kolsuz ve o takım elbiseli köleler ona neden rahat vermiyorlardı? Herkese çok kızgındı. Şimdi yüzünde mağrur bir ifadeye dönüşen siniriyle beraber kendine bir yer arıyordu. Çok geçmeden oturabileceği bir ağaç altı gördü. Bu ağaç o kadar güzel bir ağaçtı ki onu daha önce neden görmediğine ah vah etti. Gidip ağacın dibine uzandı ve gözünü dalların arasına dikti. Gelen seslere bakılırsa milyonlarca irili ufaklı kuşla dolu olan bu ağacın altında bir an için çocukluğuna döndü.
Anne ve babasının kavgalarını, bağrışmalarını duymamak için odasının camını açar açmaz içeri dolan o kuş cıvıltılarıyla, hayatı nasıl basitçe güzelleştirdiğini hatırladı. Bay D. bu anılarla beraber o güzel senfoniyi dinlerken kafasına düşen sert bir cismle neye uğradığını şaşırdı. Önüne düşeni eline aldığında bunun bir radyo olduğunu görmüş ve şaşkınlığı daha da artmıştı. Kafasını tekrar yukarı kaldırdığında ağaçtan birkaç cılız cıvıltı dışında herhangi bir ses gelmediğini gördü. Sonra elindeki radyoya baktı. Birkaç küçük yumruk darbesiyle radyo çalışmaya başlamış ve yüksek bir sesle kuş cıvıltıları çıkarmaya başlamıştı. Radyoyu büyük bir hırsla yere çaldı ve hayal kırıklığı ile uzaklaştı ağacın dibinden.

Bay D. için bugün gerçekten kötü bir gündü, hızlıca yürüyerek ana yola çıktı. Yanından süratle geçen arabalara aldırmadan yürüyordu ki, gürültülü bir klakson sesi işitti. Kuş sesine benzeyen bu klaksonu ardı ardına çalarak yavaşça ilerleyen, bir araba vardı tam arkasında. Öylesine yavaştı ki bu araba, bir yarışı yürüyerek bile ondan evvel bitirebilirdiniz. Ama bu yavaşlıkta çok da ağır bir rahatsızlık vardı. Yolun iyice kenarına çekildi Bay D; fakat araba geçmedi ve arkasında kuş sesleri çıkarmaya devam etti. Kimdi arabanın içindeki, ne yapmaya çalışıyordu? Bunları düşünmeye vakti yoktu. Hızla yolun kenarından aşağı doğru atladı ve toprak yolda koşmaya devam etti. Araba bir süre daha arkasından geldi ve kuş sesleri çıkarmaya devam etti ve fakat büyük siyah kayanın ardına atladığında artık peşinde hiçbir şey kalmamıştı.

Bu koşuşturma onu çok yormuş ve pantolonunda yırtılmadık yer bırakmamıştı. Bugün olanlara bir anlam vermekle uğraşmayacaktı. Onun için asıl sorun bugün ne yapacağıydı. Kafasını siyah kayaya dayadı, ellerini yırtık pantolonundan içeri soktu. Rüyasında annesi ve babası kavga ederken, o radyoyu açmaya uğraşıyordu.




****Bay D.****

9.1.09

Dengesiz Cambaz

Sen, ne kadar azarlasam uslanmayacak yaramaz bir çocuk gibisin hala, kabülümdür. Ellerin bir yumruk olmaya alışık, hiçbir zaman bir sevgi sunağı olmadı bana, o da kabülümdür. Saçların gözlerin içime ejderhalar salıyor. Ya kelimelerine ne demeli hepsi birer düğüm gibi boynumdaki ipe atılmış. Yazdıkların umutsuzluklar müzesi,ertelemeler dilekçesi; dedim ya hepsine kabül.
Peki ama; hani o ara ara inci gibi dişlerinin arasından peydahlanan ve bir tanrının merhamet edişi nasıl yansırsa kapkaranlık okyanuslara öyle yansıyan bu kurumuş denize; işte o, gülmelerin. Onları nerem kabul etsin. Küçük kızım, en yakın sevgilim, SEN HANGİSİSİN?



Ben cambazım evet, peki üzerinde yürüdüğüm ip mi ol dedim sana, ama boynuma sarılıp beni boğman da değildi dileğim.








****Dennis Warhol****