22.12.08

en yakın sevgilim

Sana mı, hayal kırıklığına mı tutkun bilmiyor, az kaldı tek bildiği bu. Tükeniyor umrunsa, uyuyor gibi ve sıkışıyor kalbi. Bir daha olmayacağı günü gorüyor. Sen ordasındır, tek ait olanla sana, korkunla. Kafa toprağa deger, eller iki yanda, ne zaman orada olacaktın. Tren geri de gelebilir, ama sen korkmaya devam mı edeceksin?









****dennıswarhol****

9.12.08

Bir Yazı

Öyle bir yer ki; kötü olanı sürekli yapar hale gelerek onu kabullenmiş, kendinden sayabilmiş.
Belki de; "zaten bir gün batıp gideceğiz ne uğraşıyoruz ki" diyerek vurdumduymaz tavırlarla devam ettiğini sanıyor bu hükümranlığın. Oysa ne bir başka Mesihin çıkıp kurtaracağı, ne de öyle kolay tasfiye olacak bir ülkedir Türkiye.

Sorun çıkaracağına inanılan mevzuları gündem olarak kabul etmeyen, gündemine alanları hemen terör yandaşı ilan edebilen bir medya ve hükümet sisteminden teşekkül bu topraklarda,ülkeyi aydınlığa götürüp götürmeyeceği bir yana, tartışmaya açılsa bile belki iyi sonuçlar doğurabilecek öneriler büyük bir korkuyla engelleniyor, fikir ve öneri sahiplerini aforoz etmekten ise kaçınılmıyor.

Toplum yaşamını iyi duruma sevk için, demokratikleşme için çıkarılan hiç bir yasanın uygulanmadığı ve fakat kötüye kullanılabilecek yasaların hemen hem de tam hakkıyla kullanıldığı bir toplum, bir coğrafya. 2007 yılında POLİS VAZİFE VE SALAHİYET KANUNU'nda yapılan değişikliklerle polisin silahını bu insanların kafasında göğsünde özgürce kullanabilmesine olanak tanındı. Yine aynı hükümet eylem ve yürüyüş özgürlüğünü genişleten kararları Avrupa Birliği'ne uyum çerçevesinde 2004 yılında almıştı.
Yani bir yandan dışarıya hoş görünmek için bir kaç kelime oyunu yapılarak kanun yapan dalkavuklar, ama diğer yandan kendi halkından ölesiye korktuğu ve olur ya bu özgürlükler bize engel olur diye kendi canavarlarını silahlandırmak ve kurşunlarını özgürce savurabilmelerine olanak veren ağzı kanlı kodamanlar.

Sonuç: Uğur Kaymaz (13), Engin Ceber, Çağdaş Gemik gibi adı bilinen ve adları bilinmeyen onlarca insanın polisin rahatça silah kullanabilmesi, işkencelerine rahatça devam edebilmesi sonucu can vermesi.. Daha garibiyse bunu toplumun diğer bireylerinin geviş getirerek izliyor olması.

Kendiyle sürekli kavga eden, her allahın günü birbirini kazıklamaya, birilerine tecavüz etmeye çalışan, sonra da biz neden bu kadar yalnızız diyebilen aydınların ülkesi. Halkı haksız yere öldürülürken sesini çıkarmayıp, Avrupa Birliği gibi yabancı topluluklara laf atarak prim yapan sahte vatanseverlerin ülkesi.
Bu şizofren topluluk, farklı olanı recmederek daha ne kadar yaşayabileceğini sanıyor. Vatanın bütünlüğü uydurmasının içi boşalmış bir toprakla ne işe yarayacağı düşünülüyor, zorunlu bağlılıkla bir halkın nasıl verimli bireyler olabileceğine inanılıyor. O halkı Gönüllü bağlama yoluna gitmeye çalışanları vatan haini ilan etmenin neresini milliyetçilik sanıyor.

Bugün Yunanistan'daki gençlerin sokaklardaki isyanı, bu coğrafyanın karşı kıyısında yanan bu alev bu topraklara da ışık vermelidir.






*** Dennis Warhol ***

4.12.08

Islak Serin Sonsuz

Kurumuş bir elma gibi duruyordu, ortadan ikiye ayrılmış; bir yarısı yenmiş, diğer yarısı kararmış… Yatağının deri ve yaldızlı kumaştan başı; elindeki bardağın kristal zengin işi görünümü ve düşecek kadar bol olmasına rağmen parmağından çıkarmadığı o şaşalı “padişah” yüzüğüyle içinde bulunduğu kötü durumu reddediyor gibiydi.
Gençliğinde “sonuna kadar arkasındayım” dediğin o kötü alışkanlıkların cefasını böyle çekiyordun işte. Bir elin göğsüne diğeri öksürmekten şekli değişmiş ağzına değiyordu… İçeri girdiğimi gördüğünde elini bana uzatamadın. Rengi mora çalan dilinle dudaklarını ıslattın. Benimle konuşmak için yüzüme baktın.

- Seni kıskandığımı düşünme, bu hastalık benim ilacım oldu. Seni kıskanmıyorum; çünkü sen hasta değilsin…
- Konuşmaya devam ediyordu, tahammül edilemez kelimeleri ard arda sıraladı; benden bir şeylerin öcünü almak istiyordu o da benim gibiydi. Bu beni rahatlattı
- Akla yatkın olmasını beklemiyorum söylediklerinin; ama bu denli saçmalamana da şaşırdım doğrusu, dedim. Alttan almıyor, onunla alay ediyordum.

Güldü, eski, güçlü yüz kaslarını göremiyordum, dudaklarının kaybolmuş çizgilerinde o zamanlardan bir görüntü aradım. Kalbini tutarak ve öksürerek biraz daha doğruldu.

- Sen beni hasta olarak görme güçlü kadın, yeni biriyle tanışmışsın gibi düşün, dedi
- Peki dedim. Güçlü bir kadın mıydım? Hala iyi düşünüyordun, beni şaşırtmaya devam etmeni istedim.
- Buraya ne için geldin onu anlat şimdi dedin.
- Geldim; çünkü yıllar öncesinden kalan bir sözün var. Telefonda da söylemiştim bunu sana.
- Anlaşmamıza sadık kalmalısın: Yeni biriyim ben; hadi tekrar anlat, dedi
Anlattım:
- Seninle gidecektik yıllar önce dedim. Sustum birkaç saniye.
Yüzüme baktı devam etmemi istedi
- Gidecektik işte gelmedin; ne anlatmamı istiyorsun? Gelmek istediğini söyledin ama hep bahanelerin vardı. Sonra ben evlendim, sense kayboldun ortalardan. Ne yaptın ne ettin önemli değildi, benim evliliğim de önemli olmamalıydı senin için. Çünkü biz seninle böyle şeyler yaşamıştık. Başkalarını defalarca samimiyetsizce denemiş ve her seferinde tekrar birbirimize dönmüştük.
Yıllar geçti, onlarca dudak yüzlerce öpüş geçti; ama ben hala, otobüse trene uçağa -her neyse ona- binerken seninle biniyordum. Yanımı senin için boş bırakıyor, kafamı uyumak için senin omzuna yaslıyordum.

- On dört sene geçmiş biliyor musun?”, diyerek saçmalamalarımın ortasına daldın. Öksürdün mendilini açıp içine yaldızlı bir tükürük bıraktın. Benimle ne yapacaksın, hastayım ben ölmek üzereyim belki de öldüm, sana o kadar uzağım ki yaşayan halimi görüyorsun hala. Evet, evet kesinlikle öldüm ben.
- Hayır, dedim bu kez bahane kabul etmiyorum. Kalk gidiyoruz.
Gözleri bir anda yaşla doldu;
- Delirmiş olmalısın ben üç aydır bu yataktan dışarı adımımı atmadım
- Şimdi atacaksın o zaman
Kibarca uzattığım elimi, tüm gücüyle itti. Ona karşı büyük bir sevgi ve nefreti hep bir arada hissetmiştim, işte yine öyle oluyordu. Bir yandan bu kapıdan beraberce çıkıp gitmeyi delicesine istiyor, diğer yandan beynimi yıllardır kemiren özlemi için ona tüm bildiğim küfürleri saymak istiyordum. Elimi inatla tekrar uzattım, tekrar itti beni. Yüz kez uzatabilirdim elimi ona, o ise yüz kez itebilirdi. Belki tam ben vazgeçip arkamı dönerken o bu kez elini bana uzatacaktı. Biz böyleydik, hep böyleydik.

Kapıyı çarpıp çıktım, sanki giden onun yaşadığı evmiş de duran benmişim gibi hissettim bir an. Gitme diye yine ben mi ısrar etmeliydim? Bu kaçıncı sondu? Sonsuzluk bu muydu? Önüme bakarak yürümeye devam ettim. Etrafta ne oluyor bitiyor bilmiyordum. Tüm gölgeler üzerime düşüyor gibiydi. Sanki her şeyin içinden geçiyordum, adeta küçük savunmazsız bir hayalettim.
Yürüdüm, yürüdüm, seni; ölümünü düşündüm; kimsen yoktu biliyordum. Kimse kaldırmayacaktı o halde cesedini o yataktan. Benden başka… Kararımı verdim ve endişelerim birden yerini bir büyük sevince bıraktı. Ben o günden sonra her an seni izliyor olacaktım. Öldüğün gün benimle gelmen için yatağının tam ucunda olacaktım.

Sıcak bir gündü. Kendimi seninle gölgen arasında bir yerde hayal ettim. Serinledim ve her şeye kaldığım yerden devam ettim.





****Dennis Warhol****

3.12.08

durgun

anlamlar,
griye dogru solmaya elveri$li,
guzellik maskesi altinda merhametsizligi oynuyorlar.
bu dol yataginda acikca goruluyor her$ey
curuguz, durgunuz, safiz
kaybetmek icin variz

at bir zar ciz yolunu
kadife eldivenin ellerinde
okunan bir kitap gibi acigiz a$kin kadife ellerinde
bu fosil yataginda acikca goruluyor her$ey
sen de ben de gorunuyoruz

curuguz, saf ve durgun
sen de kaybetmek icin dogdun








*

28.11.08

HAKLI MIYDIM?

HAKLIYDIM

Seni, on dakika sonra tren garında beklerken bulacağımı düşünerek ( belki de buna emin olarak ) lavaboda seyrek saçlarıma şekil verdim. Tuvalet kabinlerinden birine girip gizlice sigara içerken selamlaşacağımız anı düşündüm ve yalan değil biraz gerildim. Derin bir nefes daha çektim sigaramdan, iki üç kere öksürdükten sonra ağzıma naneli şekerlerden bir tane attım. Çıkmadan son bir kez aynaya baktım, burnumun fazla silinmekten pul pul dökülen kenarlarını, mendilimin ucunu ıslatarak nemlendirdim.
Trenin gelmiş olduğunu, garın her yanına sinmiş olan kalabalıktan anladım. Hedefime doğru yol aldığımda sağda solda uzun zaman sonra karşılaşmış oldukları belli olan bir iki kişi gördüm. Kimisi abartı bir sevinç gösterirken, kimisi vakur bir edayla ama uzun uzun el sıkışarak gösteriyorlardı o an hissettiklerini. Bu iki selamlaşma ritüeli de bana uygun değildi, ben sana sadece sıcak bir hoş geldin diyecektim. Sonra uzanarak yanaklarından o an en kızarık olanına bir öpücük konduracak ve varsa elindeki valize uzanıp almakta ısrar edecektim.
Sonrasını düşünmediğimi sanma; garın önünden bir taksiye biniyoruz hemen ve seni güzelce karnımızı doyurabileceğimiz bir restorana götürüyorum. Sonra, elbet kaliteli bir şarap ısmarlıyorum sana; buralara kadar gelip de şarap içmemek olmaz...

Telefonuma baktım arayan sendin inmiştin galiba, bekletmeden açtım:

Ben geldim, dedin. Sesin mutlu mutlu geliyordu,
Neredesin tam olarak dedim sesim heyecandan mütemadiyen çatlıyordu
Tam olarak kırmızı paltolu bir bayanın yanındayım dedin, gülerek.
Bu bir espri olmalıydı; güldüm, bir daha soramadım yerini söylemeni bekledim.
Saat var hani büyük, onun altındayım, dedin
Tamam anladım. Geliyordum.
Saati değil ama kırmızı paltolu kadını gördüm ve arkasında seni…
Neredeyse boyun kadar büyük valizinle ve kocaman ekose paltonla devler ülkesinde kendini gizlemeye çalışan küçük bir peri kızı...

Merhaba ( yeterince sıcak mıydı acaba?, dedim
Merhaaabaaaa, dedin uzatarak a ları.
Hoş geldin dedim, (kısa mı kestim ?) Uzanarak ikisi de çokça solgun yanaklarından herhangi birini öptüm
Hoş buldum, çok beğendim burayı, dedin
Daha bir şey görmedin ki dedim ve valizine uzandım. Israr etmeme gerek kalmamıştı; çünkü yorgun gözlerinle teşekkür ediyordun bana. Bir şeyler yer içeriz sonra da dinlenirsin. ( Sahi nerede kalacaktın, benim bekâr evim sana göre değildi, bir otel ayarlamış mıydın acaba? )
Evet dinlenirim ama otel ayarlamadım ki henüz diye yapıştırdın cevabı.
Bende kalırsın otele gerek yok dedim kibraca. Samimi değildim pek; ama seni inandırmış olmalıydım ki,
Olur, hem de çok iyi olur, dedin.
Düşünmedim sonrasını…


Şarap evinde sürekli seni ve hikâyeni dinledim. Sesin o kadar hoşuma gitmişti ki, bana ağız dolusu küfretsen bile içim büyük bir huzurla dolabilirdi.

Saat ilerledi. Şarap en güzel zamanlarını yaşıyordu vücutlarımızda. Sen içtikçe açıldın, açıldıkça konuştun, konuştukça durum karmaşıklaştı. Bense git gide huzursuzlaşıyordum. Neden mi? Çünkü gecenin sonunda senden “bu akşam çok güzeldi sonra yine görüşürüz” diye ayrılamayacak. Hatta beraber benim eve gidecektik. Yatacak yeri bulurdum, yere bir yatak yapar hatta durum bu kadar karmaşık olmasaydı, bu gece senin için dışarılarda yatar, hasta bile olabilirdim. Sorun değildi; ama seninle aynı odada kalmak, kokunu duymak; bugün anlattıklarını, sevgilini, planlarını, tüm var olanları unutmaya çalışmak çok zor olacaktı; sonra o an evde yaşayabileceğim tabloyu düşününce, utanmak gibi bir şey hissettim, kendimden utanmak gibi.

İçimdeki mantık sahibi erkek, bundan iş çıkmaz bir bahane bul ve otele gitmesini sağla, bugünkü harcamaların için de başını taşlara vur diyordu.
Öyle de yaptım, duygusal olan olan diğer bir yanım var mı olsaydı o nasıl davranırdı bilmiyordum. Taksiden indikten sonra, taksimetrede yazan kallavi ücreti ödememek için valizini alma bahanesiyle hemen araçtan indim. Son olarak valizini otele kadar taşıdım.
Otelin kapısından girer girmez -muhtemelen sevgilisi olacak adamla- telefonda konuşmaya başladı, onu resepsiyonda işlemlerini yaparken bir sigara eşliğinde izledim, ağzıma nane şekerlerinden bir tane daha attım.
Sonra, o güne kadar görülmemiş gidilmemiş bir yer, o güne kadar tanışılmamış bilinmemiş bir insan aradım…






Dennis Warhol

11.10.08

Prensesin şarjı biter mi ?

İki kişi gördüm ellerinde bir ince çubukla, ağızlarından dökülen ezgiye eşlik etmesi için deri kaplı bir kutuya aynı anda vuruyorlardı. İkisi de aynı ezgiyi mırıldanıyorlar ve aynı ezgiye eşlik ediyorlarken biri yaklaşık 3 saniyede bir çubuğuyla kutuya vuruyorken; diğeri o bir saniyede çubuğunu kutuya iki belki de üç kez sallıyordu. Aynı zaman dilimi aynı ses aynı notalar aynı soluk, aynı hava; kulağımda ince ve yerli seslerle kafamı tanrıma çevirip bu diyorum işte sonsuz, istenirse saniyelerin nasıl bin parçaya bölünebileceği ve istenirse nasıl bütünleştirilebileceği...
Şaşırıyorum dersem basit kalır prensesim biliyorum; beni son kez arayışın ve o küçücük zamana sığdırdığın üç dört yıkıcı kelime geliyor aklıma, şaşırmıyorum da prenses, sevinir gibi oluyorum, sevilir gibi, sever gibi.







özlüyorum

24.9.08

Düzensiz- Prensesim beni var ediyor

**
Son yudumdu bu ve masadan kalkıldı. Geri dönüp bakılmadı bir şey unutlmuş mu diye. Ne önemi vardı ki diye düşünüldü, yeni birine gidilirken eskiden kalmalar bırakılmalıydı, öyle anlatılmıştı, öyle olmalıydı. Masada bıraktıklarına geri dönüp bakmanın bedelini ödemedi mi yıllarca, neden o geride kalan, sanki bir dairede dönüp duruyormuşuz gibi tekrar tekrar çıkar karşımıza . Altımızdan kayıp gider gibi herşey sanki, son düşündüğüm neydi, son sevindiğim, yediklerim içtiklerim boşaydı, gezdiklerim gördüklerim, bildiklerim, öğrendiklerim hepsi boşaydı, peki hep aynı yerde kaldıysam ben adımlarım da mı boşaydı..

Kapıdan adımını atar atmaz paltosunu ve saçlarını ayrı yönlere savuran sert, huzur dolu bir rüzgar onu kendine getirdi. Kendine gelmekten pek memnun değildi, yolunu değiştirip daha sert bir şeyler içebileceği bir bara gitmeye karar verdi.
Gözlerinin önünde hayatındaki tek umut bağlanabilecek kişinin, alkol dolu kusmuklarının içine gömüldüğü barda bir absinthe söyledi. Dışarı tekrar çıkmalı ve şimdi rüzgar da birden kesilivermeli hayat eğer onun istediği gibi olacaksa.

Dışarı çıktığında kravatının ucundaki kesiği farketti, nasıl olduğunu hatırlamaya çalıştı ama; hafızası kravatı neden taktığına odaklanmakta ısrar etti. İşe giderken kravat takmayan biri ve eğer yanılmıyorsa bugün de pazardı, sevgilisi yok onunla buluşmayacak o halde, bir parti mi; hangi lanet olası insan bugün doğmuş olabilirdi, kravatı boynundan çıkarıp önüne gelen ilk tenekeye atmak üzere eline sardı. Artık gitmesi gereken yere yönelmişti.
Önce bir otobüsle gidebileceği en son noktaya gitti, oradan da bir taksiyle ışıkların artık tamamen söndüğü parka vardı, saat bir hayli geç ya da bir hayli erken sayılabilecek o zamanlardan birini gösterirken, korku denen ızdırapla yüzleşmemek için kanyak şişesini bir kaç dakikada alkol arsızı midesine boşalttı. İçeri yürümeliydi.

Kravat tekrar boynunda mıydı, paltosunun ceplerinde elleri, saçları dağılmış;
kesik kesik geçip gidenler; tüm okuduğu kitapların, tüm sarf ettiği kelimelerin, tüm dinlediği ezgilerin adlarını düşündü, tüm sevdiği kadınların, tüm dost dediklerinin, tüm seviştiklerinin, derdini dinlediklerinin, kaçtıklarının, korktuklarının, utandıklarının, gizlendiklerinin, nefret ettiklerinin ve inatla unutmadıklarının isimlerini anarak tümüne birden koca bir hınçla dümdüz gitti.


Kravata baktı; taşır mıydı milyon yıllık bir fosili bir kravat, bir palto muydu insanı hastalıktan kurtaracak, neden o ofislerde yılları çürüdü her insanın, kravatın markasına baktı, evet dedi tonlarca aşk biriktirmiş, kilolarca içki tüketmişiz ama hiç birinin yükte bir ağırlığı yokmuş. Ayaklarından çıkan ayakkabıları boşluğa düşerken kravatı neden taktığını anlamıştı.







**

4.9.08

Ağaçlandırmalıyım

Beni bilmek için doğdun
O yerle bir olurken
Sen ışıklar açıyordun dünyama
Sessizliğin gürültüsünde bir sağır gibi
Bir şeyler duydum
Bir küfür, bir patlama

Beni bilmek için doğdun
O yerçekimine kurban olurken
Sen ışıklar saçıyordun cennetimden
Bir sıcak demir gibi kalbimin üstünde
Hissettiğimde seni
Her an elimden uçup gidecek gibi
Bir çırpınış bir kurtulamama


Bir kıvılcım
Bir yangın gözlerinin beyazıyla çevrili
İçi yanıyor ömrümün
Sana dokunamadığım anlarım yanıyor

3.9.08

YERÇEKİMİ

Ellerimi kaloriferin peteklerinde ısıtırken o soğuk ekim sabahında, seni izliyordum, sanki sen de bana bakıyor gibiydin. Ama beni görebilmen mümkün değildi buna eminim. İnsan zaten bir noktaya en yoğunlaştığı anlarda en azını görür; ki bir süre sonra sigarayı derin derin nefeslenişinden çok derinlere dalıp gittiğini anladım; kim bilir hangi doğuştan kırık hayallerin peşindeydi hücrelerin.
Sonra mutfağa gittim. Senin orada kalacağına dair tek bir süphe duymadım. Sen o cama mahkum ben bu cama. Böyle değil miydi hayatımız?
Yanılmadım, mutfaktan döndüğümde ve daha yüzlerce kez oraya buraya gidip geldiğimde hep o odada, penceren açık ve masanın başında buldum seni.

Kaç ay oldu, kaç yıl? Bulamadım, seni benimle beni seninle tanıştıracak tek bir kelime bile, bulamadım. Belki değişir herşey diye gecelerce yaptığım aşık adam provaları. Sırf hayatta tutabilmek için. Kendimi, senin sayende. Bencilce mi? Senin bundan haberin bile yokken, bencillikten söz etmeyelim bence.
Sen o güzel gözlerinle o kadar şefkatliydin ki, beni bilsen yeterdi biliyorum. Gelir ve başka işler için ısıtırdın ellerimi. Kedi seven bir kadın gibi acıyla gülerek gelirdin. Bilsen yeterdi biliyorum, yeterdi.

Neden şimdi, yetmeyen bir şeyler var aramızda. Belki de hiç olmayan ve olsa da yetmeyecek şeyler var. Elimi uzatsam dokunamayacağım, bağırsam sesimi duyuramaycağım, öpsem kuru, sarılsam elimde kalıyor uzuvların. O kadar ki yetersiz bu yaptıklarım.
Biliyorum, merak etme.

Sana bakarken dalmışım, seni görmeden. Neden sonra farkediyorum seni. O masanın başında yazarken buluyorum yine. Yetmiyor mu yazdıkların sana? Tüm dünyaya yetecek gibi görünüyor masanın altındaki yığınlar oysa. Dürbünümün kesinlikle göremeyeceği küçük küçük harflerle karalanmış o kağıtlarda ne yazdığını bilemesem de seviyorum. Ellerini okumak gibi bir meziyet edinmek istiyorum mesela, az bir zaman da kalsa dert edinmek için... Her neyse o deftere karaladıkların bilmek istiyorum gerçekten. O yazdıklarından hiçbir şey anlayamasam da okumak istiyorum.

Ne yapıyorum ben? Bu mu benim işim?
Ciddileşiyor yüzüm sanırım, ellerimi petek üzerinde ısıtmaya devam ederken.
Sen sigarayı söndürmeye mutfağın lavabosuna giderken
Ben açık pencereden yarısına kadar aşağı sarkmış,
Sokakta ardına takılı gözlerimle
sana yetişmek için defalarca
yerçekimi denen o kahrolası güce lanet ederken;
hal böyleyken bir sigaraya mı kıyamayacağım?

Bak yine uzaklaşıyorum senden gözlerim bir çöp kamyonuna takılıyorken, hiç istemeden; uzaklaşıyorum amacımdan; görevimden. Toparlıyorum tüm dağılanları. Seni bekliyorum, geliyorsun yüzünü havluya kurulayarak. Benden dağılacaklar için tüm hazırlıklarım tamam mı diye düşünürken. Son kez pencerenin önünde ve sana görünmeme gibi bir derdim olmadan, çırıl çıplak çıkıyorum herşeyin önüne. Isınan ellerim artık istediği atışı yapabilir.
Mermiyi yuvasına koyuyorum... Elindeki kalemin düşeceğine emin olarak..







*

28.8.08

ÇOKYOK

Yapabilir miyim bilmiyorum ama; bugün ilk kez denemelerine başlayacağım evet ya da hayır? Denediğim mi ne, özür dilerim ama bunu nasıl sorarsın, evet nasıl hayır? İlk kez bu umudu söküp derimden; kazıyıp kafamdan; çıkarıp gözlerimden; yok edip nefesimden; silip benliğimden; temizleyip ellerimden; atıp umrumdan evet özür dilerim senden. Sen yüreğimi söküp çöp tenekesine attın özür dilerim senden, sen umudun bini bir para dedin, beni ucuza sattın, ben mi neler mi diyorum, arabesk mi bunlar? Ağzının içindeki diline doladığım hayallerimde mi arabesk? Hasretinden kafa attığım tuğla gibi kelimeler de mi arabesk? Özür dilerim senden. Arabesk.

Bugün deneme günü, duvarın arkasında senin olmadığını ispatlama günü. Orda olmadığını değil sadece, orada olsan da UMRUNDA olmayacağını ispatlama günü.

Senin Umrunda Olmadığını İspatlama Günü
O gün işte, duvarın altında kalma günü yani. Hadi sen bari çekil hizasından şu yıkılan aşkın, yıkılıyor koca bir halkın ortasına, alkışlıyorlar bak, şak şak şak, bak, sesler duyuluyor, çünkü artık duvar yıkılıyor, görülecek çok insan var çok, görülecek çok hesap var. ÇOK.




*

16.8.08

bir yıl sekiz ay

tutkununum
saplantımsın
bu psikopatça kenetleniş
hala her duyuşumda adının ilk mısrasını
sonu gelmez bir şiir başlıyor ta ki şu ana dek

sen döktükçe kaleminden
ben kendini beğenmişliklerde
o kadar ki bağlılık
hiç bir kelimen başkasına değil
hele olsun
keserim baş harfinle ellerini
asarım son harfine sonra kendimi

sonra avundukça hayat güzelmiş lan derim
avundukça avunurum

seni özledim,
senin özlediğin kim?




*

3.8.08

içinden deniz geçen

aslında neydi rengin de mavi oldun
içinden geçtiğin herşey nasıl sen oldu
deniz;
ismim ol dedim,
içimden geç dedim
geçtin; ne sen aynı kaldın
ne ben maviye çaldım
neden karardım deniz neden karardım
aslında neydi rengim de karanlık kaldım




*

31.7.08

the bell tolls for unforgiven

uyma sevgili uyuma
artık uyulmayana uy

suya çevir ey sevgili bakışını
göğe çevir
izle hayatın akışını
gerçi biliyorsun
bunu çok kez yapacaksın

ama göğe çevrilmiş olan ölmekteki gözü
seyretmekte son kez gökte beliren yüzü
işte diyor bunu son kez yapacaksın

pişmanlıklar içinde ölmeye hazırlanan
o yaşlı adamın içinden geçenleri duy
yırt gitsin tüm kullanım kılavuzlarını
artık sadece uyulmayana uy

uyma sevgili uyuma
artık uyulmayana uy





*

25.7.08

LUNAPARK

Kanıma karışan en limonlu anlarımın tanığı,
Bir tek o duyuyordu biliyorum sevinç çığlıklarımı ve hemen ardından azalarak duyulmayan kalp çarpıntılarımı.
Çırpınan ve kusan bir genç adamın, ortalarına yığıldığı o hoş zaman geçirme makineleri; onlar, sabaha karşı ışıkları söndüğünde, kimi korkuttuklarını iyi bilirler. İşte şimdi ortalarında yatan, onlara meydan okumaya gelip mağlup olan o adam, her gece penceresinden tir tir titreyen gözleriyle onları izleyen o mutsuz ve korkusuz adam...
Evrenin tüm lunaparkları terk edilmiş eğlencelerin, yapmacık iyiyimlerin, yalnız sevişmelerin, olmaz umutların, aydınlatmayan ışıkların ve iyiyi kötüyü karıştıran karşılaştıran, çocuk cıvıltılarının ölüm çığlıklarına karıştığı bir hengameydi aslında ve o bu yüzden buradaydı,
sonra ucuz deniz kumunun üstünde yatan cesedinin kafasını kaldırdı:

Beni bir gondolun altına göm prensesim
hızla inerken içindeki aç maymunlar
ciğerlerine dolsun ölü nefesim

Limon tozu azalırken kanımda
Eteği prensesin, tertemiz alnımda
Bir sigara uğruna halkalar yedim burnuma
Bir hiç uğruna eğlendim seninle doya doya
Kıvrılırken göğün ucunda dönmedolap
Bıraktım kendimi aşağı
Çok eğlendim lunapark
Orada kaldı cesedim bir gondolun altında
Korkmayın benim dolaşan aç karnınızda







*

21.7.08

bugünden başlar her şey

sabah;
"'tütün çocuklar'ın cesetlerinin üzerinden başlayan"

oturduğum bacak arasından
dudaklarının sonsuz aralığına
bu eski binaların arasından
bir çıkar yola bağla beni
hadi bağla artık
kara çarşaflarla, beyaz örtülerle
kafa atılası mezar tahtalarına
saçının özenli örgüleriyle
bağla
yetiyor boğmaya zaten
ölüm gibi oluyor
oram buram

ve akşam
çöpçünün götürdüğü cesetlerle okunan ezanlar
seni özler inanırken uzakta olduğuna
onu ister diğeri sanarken seni
diğerini sever ve bilir seni bulduğunu
bulunca bağlandım sanınca, kanınca yani
tüm gözlerinle; içi yeşil yeşil
gözlerinin mor mor altından bir de
iki sevdiğim renk oluveriyorsun
her yer karanlık olmadan hemen önce

ve gece
senin üzerinden başlarsam saymaya
güneş doğana dek üzerinden batarsam
sabah malum çocukların cesetleriyle uyanıyorum





*

18.7.08

özenerek

ne zaman bir başkasını tanısa
hemen bu o derdi safça
kalbinin arkasından dolaşarak yaftalardı herşeyi
kaybettiklerini aramazken
kazandıklarını bağrına basardı büyük bir riya ile
oysa zaten bu öğretilemeyendi bile
ki doğru olan tüm kitaplarda yok sayılandı

bugünden başlar herkes yolculuğa değil mi deniz
denize tükürsen de bi bok olmaz değil mi
işesen sıçsan deniz hala deniz
oysa sümüksü bir damlaydık biz
oysa sümüksü bir damlayız biz

Kabul, çabuk, oku bunları
ne zaman tanıdım seni bilmiyorum
ama sen o sun
farklı olan ama aslında olması gerekensin
burası arka kapısı kalbin
hoşgeldin hoşgeldin







*

11.7.08

bana yazsaydın ben de sana yazardım

mutlu ol
sen bugün gülmeyi öğrendin
bir kadının dudak boyasından akarken

sen bugün kanmayı öğrendin
bir kadının gözyaşlarını içerken

sen bugün aldanmayı öğrendin
bir kadının portföyünde savrulurken

çünkü sen bugün bir kadını öğrendin
mutlu olmayı öğrendin yani
çünkü sen bugün anladın ki
aşık gülmeyi bilene olunur
olunur da nolur
peki olunur da nolur






*