28.9.06

kiralık balkon var mı?

Evleri severim aslında, sevmediğimden değil de, bana fazla. Doldurulacak gibi değil evler. Salonu ayrı dert, yatak odası, mutfağı ayrı dert, hatta klozete konan askılı kokusuna kadar düşünmek zorundasın, içini doldurmak zorundasın. Hani şu fight club mantığıyla iyice bir moda olan, eşyanın önemi yok ayağındaki evlerden de hiç haz etmiyorum ne yalan söyleyeyim. Evim olursa illa doldurmam lazım. Hatta adım atacak yer bile kalmaz, o kadar eşya. Diğer yandan ev sahibi olmak, direk olarak evli olmayı da çağrıştırıyor. Bir izdivaç, ve o izdivaça konu olan bir zevce de işin içinde yani. Eşyalardan yer kalsa onlar ayak altında, kucakta v.s. Peki balkon öyle midir ya. Gözünü seveyim balkonun, hatta umut gibi düşünürsek herkesin balkona bir kere vermesi lazım bence. Balkon ne içeri ne de dışarı ait, ama aynı zamanda hem içeri hem de dışarı ait. Araf gibi yine bu da. Ne çok araf var. Ev değil balkon istiyorum ben. Emlakçılara gidip sorsam döverler mi beni? Size sorsam kızmazsınız biliyorum. Kiralık balkonunuz var mı?

26.9.06

vesikalı neticem

Gözlerimizin vücudumuzda yerleştirildiği yerlere bir diyeceğim yok, haddimi aşmış olurum zaten. iyiki de yüzümüzün iki yanındalar ve tam da karşıya bakıyorlar ikisi de. Mesela bir horozunkiler gibi değil yerleri, ya da atınkiler eşeğinkiler gibi de değil. Eminim, şükrediyoruz bu duruma hepimiz, hiç düşünmeyenleriniz varsa şimdi düşünebilirler. ( sahi kimse okuyor mu bu yazdıklarımı, neyse ) Ha belki arkamızı görebileceğimiz, bir üçüncü gözümüz olabilirdi, abartmak serbest değil mi? Kaba etlerimizin yer aldığı kısım da gayet iyi olmuş mesela, otururken doğal bir minder görevi görüyorlar, binlerce teşekkür ki. Düşündüm, düşündüm ne olmamış acaba, hiç mi kusur yok yahu bu yerleştirilme planında diye, ve sanırım bir sonuca varamadım. O zaman bunu niye yazıyorsun, yeni bir şey söylemiyorsun, diyebilir birileri. Evet yeni bir şey yok, ama ben bunları düşüne düşüne bir yere vardım ki, birazdan yine saçmalamama neden olabilir bu geldiğim nokta. (Kabul ediyorum) Olay vesikalık fotoğraflarla ilgili, başlıkdan da anlayabilirsiniz.(!) Gidip fotoğrafçı da vesikalık çektirmek hepimizin yaptığı bir şey olduğu için, kimse yabancı kalmayacak konuya. Fotoğrafçıya gitme öncesinde yaptığımız hazırlıklar da birbirine benzeşiyordur sanırım. Erkekler saçlarını tarar, kızlarımız makyaj yapar, vesikalığın kullanım alanına göre elbiseler seçilir. Vee, o an gelir çatar. O yuvarlak tabureye oturulur, fotoğrafçı, deklanşöre basar, flaşlar ışıklar sonrasında, o ay yüzümüzün fotoları kullanıma hazırdır. Kimliklerimizde, ehliyetimizde, diplomamızda felan hep o ay gibi yüzümüz yer alır. Peki ama neden yüz belirleyicidir ve olaya konu olmaktadır. Yüze bu kutsallığı, bu ehemmiyeti sağlatan nedir? Acaba biz dediğimiz, ben dediğimiz, o yüz müdür sadece?

Sanırım bir noktaya kadar yüz çok önemli, o nokta da cinsellik. Malum, anatomik olarak cinselliğin yüzle bir alakası yok. Ama, bakınız insanlar yüze o denli tapmışlar ki, onu cinselliğe giden bir anahtar olarak kullanmaya adeta fetişist tavırlar içinde olmaya başlamışlar. Eski insanların dudakları, ağzı bir sevişme aracı olarak kullandıklarına inanmıyorum ben, inananınız var mı? Son dönemde kulaklar bile işin içine girmeye başladı. (Kulağımdan Öp Beni) Bir gün başka diyarlardan başka gezegenlerden dostlarımızla tanışsak, onların kimliklerinde de yüzlerinin resimlerini görmek isteriz değil mi? O an bize ay gibi parlak kıçlarının vesikalık fotoğraflarını gösterdiklerinde, ya da bir kıç resmini işaret ederek hey dostum bu lavuğu tanıyor musun diye sorduklarında çok şaşırmayalım derim ben, mesela ben şaşırmayacağım (izci sözü)

23.9.06

kahvaltı ve cemal süreya

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı,


Şiir; birincil olarak ilgi alanıma girmemekle beraber, kısa metrajlı film gibi ilginç bir şeydir, kısa ve dokunan, yalın ve işleyen. Şiiri sever miyim sevmez miyim bir karar verebilmiş değilim, ama Cemal Süreya nın mutlulukla bir ilgisi var. İyi bir şair, en sıradan anlarımızı güzellikle imgeleyendir. Şair şiiriyle, o sıradan anlarımızı unutulmaz kılmak için, parmaklarımıza adeta ipler bağlar, kıçımıza çimdikler atar. Her şair kendi şiir tanımını yapıyor desem pek yanlış olmaz sanırım. Cemal Süreya'nın şiir tanımı da, içerisinde bolca endorfin barındırıyor olsa gerek. Onu okudukça toprak kokulu otların, kuzu gibi ciğerlere derin derin soluklanması gibi bir şey oluyor insana.

Kim istemez mutlu olmayı
Ama mutsuzluğa da var mısın?


Hüzün mutlulukla fazlaca ilintilidir, zıttı olması itibariyle mi diye sormayın, düşünün! Cemal Süreya'nın şiirleri, hüznü tanımlarken işte bu ilintililikten yararlanıyor sanırım. Onun şu dizeleri Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişine bayrak bayrak asılmalıdır diye düşünüyorum, böylece o korkutucu tabirden (her canlı ölümü tadacaktır) de kurtulmuş olurduk.

Olum geliyor aklima birden olum
Bir agacin golgesine sariliyorum.

bu daha mı korkutucu! değil! çünkü hiç değilse bizim ağzımızdan bir laf bu. ya da fransız şair tristan cabral'in şu şiirini mi assak mezarlık girişlerine;

ve ölürsem bir gün
öleyim isterim
tutulur gibi bir sevdaya

Her neyse her kimse! Şairler beni mutlandırıyor, elimden gelse her sabah kahvaltısında bir şiir kitabı okur bitiririm, çünkü çifte mutluluk anları dünyada az rastlanır şeyler.

Size önerim şu; hayatın her anını güzel yapacak, bize onun değerli yanını hatırlatacak ipler bağlayın parmaklarınıza şiirler yardımıyla, yağmur yağınca küfretmeyin yere göğe de şu şiiri küpe edin kulaklarınıza mesela.



Yağmurun Yağması İyidir


Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden
O diye biri vardı galiba
Ağzı da iyice vardı galiba
Gece çiçeklerinden bir orman
Pejmürde atlar pahasına
Bira içerken saçları uzun
Parmakları korkunç ve kalabalık
Bir gece Aksaray'da hiç unutmam
Yüzümü ellemisti galiba
Denize doğru gittikçe artan
Bir yüz benim yüzümdü olsa olsa
Yakasında kocaman bir düğme
Sevinci bitiştirince acıya
Ayıran kuşkuyu inançtan
Yağmurun yağması iyidir
Bir çerkez mızıkası gibi rengarenk
İki adet kuş çantasında

cemal süreya

18.9.06

iyi şeylerin peşindeyim

24 yaşındayım tam olarak. hani pek çoğumuzun, kısa pantolunlu zamanlarında, "büyümüş oluruz artık"diye kabul ettiği yaşları, baya bir geçtim, ki sanırım erkeklerin büyüdük kabul ettiği yaş 18 dir, çünkü ona anlatılan hikayelerde geneleve girebilme yaşı büyüme yaşıdır. Kadınların bu konuda nasıl bir belirteç kullandıklarını bilemeyeceğim. Laf kalabalığına gerek yok yaş 24. Cumhuriyetin kaçıncı nesli oluyoruz bizler, sanırım 80 sonrası olarak dördüncü nesil felan oluyoruz. Birinci ikinci ve üçüncü nesil hiç homojen bir yapıda değildi, bunun nedenleri de malum; iletişimsizlik, köy kent hayatının kopukluğu ve tabi o zamanlar ülkemizin pek de küresel ( global ) bir yer olmaması gibi nedenler ilk aklıma gelenler. Dönüp bize bakıyorum, biz dördüncü nesil garip şeyler yaşıyoruz ve eski nesillere göre daha homojen birbirine benzeyen bireyleriz. Yediklerimiz, giydiklerimiz, dinlediklerimiz büyük bir benzerlik teşkil ediyor. Bu bir avantaj mı değil mi, bu başka bir yazının konusu olabilir. Ama asıl olan şu ki, bir değişimin tam da sancılı zamanlarında dünyaya gelip değişimin öncesini ve sonrasını, toprağa düşüp filizlenirken yaşadık, yaşıyoruz. Tabi bu yaşadıklarımız bizi şekillendiren dış etmenler olarak hiç de küçümsenemeyecek öneme sahipler ama şimdi 80 dönemi çocukluğu geyiklerine girmeyeceğim. benim aslında demeye çalıştığım şu; ben büyüyemiyorum arkadaşlar :) Ama kendimi küçük de hissedemiyorum, zira saçlarım dökülüyor, yüzümde kırışıklıklar artıyor. Yaşlanıyorum, ama büyüyemiyorum demek doğru olacak. Bu durumun, dördüncü nesil üyesi olmamdan kaynaklı olduğuna eminim. Yaş 24 dedik ya, bizden önceki neslin büyük bir kısmı ve bizden iki nesil öncesinin neredeyse hepsi, bu yaşlarda çoktan evlenmiş, çocuklanmış, ve artık orta yaş insanının medeni ve ruhsal durumu içerisinde debelenirken, biz hiç de öyle değil miyiz ne? İnsanoğlunun ruhsal hastalıkları değişimleri hazmedememesinden kaynaklı çoğunlukla. Atalarımıza bakın, bir de bize. İşte açık açık değişiyoruz. Dahası hızlı hızlı. Hani ışık hızına ulaşınca zaman yolculuğu mümkün olacak kurguları vardır, aslında biz çoktan o hıza ulaştık ve geçmiş yaşantımızdan koparak birdenbire yüzlerce yıl geleceğe seyahat ettik, hani hazmedemeden sıçtık desem tam olacak. ( teşbihte hata olmaz ) Tamam belki bize vaadedilen uzay ortamlarında değiliz, ama bir nesil öncesinin hayal edemediği şeyleri, bizler nasıl olabilirliğini bile sorgulamadan hayatımıza alıyoruz. Çok uzağa gitmeden, 10 yıl öncesi ile bugün arasında bile var olan bu büyük uçurumun bedelini ruhsal sorunlarla ödemeye devam edeceğimiz aşikar. Tam olarak ruh halimi tarif edebilecek bir şeyler ararken yazasım geldi bunları. Arada kalmak belki iyi bir açıklayıcı olabilir, hatta arafta kalmak da denebilir. İşin kötü yanı ise, ne öncesi ne sonrası ne de bu arada kaldığım yer beni memnun etmiyor, ama yine devam etme isteğini körükleyen iyi şeyler var.

15.9.06

nuh un gemisi körfezde.





izmir, ne gün ne ay ne de yıl önemli, ama bu gemi sanırım zamanı aşıp gelmişti buralara.

susanne'a mektuplar ( I )

kaldırım taşlarının birleşme noktalarının ayırt edilebilir olması gerekir. en azından benim kapımın önündekilerin. onların ayrı ayrı taşlar olduklarını bilmeli herkes. burayı kaplamak amacıyla birleştirildiklerinin, yoksa evvelinde hepsinin kendilerine ait girinitileri çıkıntıları, renkleri, ağırlıkları olduğunun farkında olmalı tüm insanlar. en azından benim çömelip çekirdek çitlediğim, şu kapım önünde böyle olmalı kaldırım taşları. diyeceğim, bugün kalemim sana yazmaktan başka bir işe daha yaradı . mont blance'ımın ucuyla bu altıgen taşların etraflarını kazıdım tüm gün. bir karınca yuvası harfiyatı kadar kum, bir çok sigara izmariti, kibrit çöpleri yine bir çok, çekirdek kabukları çoğunu benim yediğim, bir kaç böcek mezarı ve tanımlanamaz halde garip gurup nesnelerle birlikte, bir altın sikkeydi bu ülke sınırlarından çıkanlar. keçi kılı keseme ganimetimi doldurup doğrulduğumda, elimdeki kaleme baktım, acaba yazabilecek miydi bu akşam, yoksa işe yaramaz kalemler mezarlığındaki yerini mi alacaktı o da, acaba yeni kalemler aynı tadı verecek miydi yazarken. sen, bu mektubu okurken, bir kaç sigara izmariti, bir kaç böcek ölüsü, bir kapı önü çömeleği, ve bir çekirdek çitleyicisine rastlayacaksın. çünkü sana humus kokulu o kalemle yazıyorum. parmak uçlarım ağrıyor acıma dokunmaktan. kalemim ne güzel kokuyor.